27 Kasım 2018 Salı

Kanser düşmanı 10 besin

Kanserde en etkili ve en ucuz tedavi o hastalığa yakalanmamakla mümkün, bu yüzden koruyucu hekimlik kanser tedavisinde çok önemli bir yer tutuyor. Kansere karşı en büyük silah ise kuşkusuz doğru beslenme. Zerdeçal, brokoli, Brüksel lahanası, soğan, sarımsak ve Omega 3 kaynağı balıkları düzenli tüketerek bazı kanser türlerinden korunmak mümkün.

Türkiye Halk Sağlığı Kurumu'nun istatistiklerine göre ülkemizde her yıl 160 binden fazla kişi kansere yakalanıyor. Bu kabaca günde yaklaşık 450 insanımıza kanser teşhisi konduğu anlamına geliyor. Tablo her ne kadar vahim gibi gözükse de, kansere karşı doğru beslenme silahını kullanarak kansere yakalanma riskini azaltmak mümkün. İAÜ VM Medical Park Florya Hastanesi'nden Uzman Diyetisyen İrem Gündoğan, 4 Şubat Dünya Kanser Günü dolayısıyla kanser düşmanı besinlerle kanserden nasıl uzak durabileceğimiz ile ilgili önemli tavsiyeler verdi.

İŞİN SIRRI İDEAL KİLO VE HAFTADA 150 DK. EGZERSİZ

Kanserin oluşumunda genetik faktörlerin de etkisi söz konusu olmakla birlikte sağlıksız beslenme alışkanlıkları, yetersiz fiziksel aktivite, alkol ve tütün kullanımı gibi kalıtsal olmayan faktörler ciddi risk unsurlarıdır.

American Cancer Society (Amerikan Kanser Derneği) sağlıklı bir diyet eşliğinde ideal kilonuzu koruyup, yetişkinler için haftada en az 150 dk. orta yoğunlukta egzersizle alkol ve tütün ürünlerinden kaçınarak yaşam boyu kansere yakalanma riskinin önemli ölçüde azaltılabileceğini belirtmiştir. Organik olmayan gıda maddelerinde yüksek oranda kimyasallar olduğunu unutmayın. Bu nedenle en iyisi mevsimin sebze ve meyvelerini tüketmektir. Bunun dışında unlu ve şekerli gıdalardan uzak durulan, Akdeniz tipi diyet ve haftada yarım kiloyu geçmeyen et tüketimi temel diyet prensibi olmalıdır. Toplum olarak iyi tarım uygulamalarını desteklemeli; organik ürün talep etmeli, katkı maddeleri ve GDO içeren ürünlerden uzak durmalıyız.

KANSERDEN KORUNMADA OLMAZSA OLMAZ BESİNLER

Sarımsak: Sarımsağın aktif bileşeni olan di-alil-disülfidinin hem tümör oluşumunu hem tümör gelişimini engellediği bildirilmektedir.
Omega 3 kaynakları (Hamsi, istavrit, uskumru gibi yüzey balıkları): Haftada 2-3 kez tüketilmesinde fayda vardır.
Ceviz: Her gün 3-4 adet tüketilerek bu besinlerin koruyu özelliğinden faydalanılabilir.
Kırmızı meyveler (Yaban mersini, böğürtlen, çilek, siyah üzüm): Yaban mersini, böğürtlen, çilek, siyah üzüm, nar gibi kırmızı meyveler, içeriğindeki fenolik ve flavonoid gibi biyoaktif bileşenler sayesinde anti-kanser özelliktedir. Günlük meyve tüketiminin ortalama 2-3 porsiyon olduğunu düşünürsek bunun 1 porsiyonunu kırmızı meyvelerden tercih edilmelidir.
Brokoli/ Brüksel lahanası: Bu sebze gruplarının haftada 3 kez tüketilmesinin kansere karşı koruyu olduğu bulunmuştur. Brokoli filizlerinde bulunan sulforofan ve indol-3 carbinolün tümör hücrelerinin büyümesini yavaşlatma etkisi arttırmak için mide hassasiyeti bulunmuyorsa çiğ tüketimi önerilir.
Soya fasulyesi: Soya fasulyesi veya soya filizi östrojen hormonuna olan etkisiyle mesane kanserini önlediğine dair pek çok çalışma vardır. Ancak meme kanserinde kaçınılması gereken besinler grubunda yer almaktadır.
Yeşil çay: Yeşil çaydaki epigallokateşin-3-gallat (ECGC) başta olmak üzere kateşin karışımlarının kanser önleyici etkilerinin olduğunu gösteren çalışmalar mevcuttur.
Kefir: Saccoromyces, steptoccoccus, cremoiris ve betabacterium caucasum gibi bazı yararlı mantar ve bakteri karışımlarını içeren kefir, immün sistemi güçlendirerek koruyucu etki sağlamaktadır.
Zerdeçal: Zerdeçaldaki kurkumin maddesi, antiinflamatuvar ve antioksidan etkisi sebebiyle çeşitli kanser türlerinin tedavisinde kullanılmaktadır.

HANGİ YİYECEK HANGİ KANSERDEN KORUNMADA ETKİLİ?

  • Zerdeçal (kurkumin): Kolon, pankreas, meme kanseri.
  • Yeşil çay: Meme, prostat kanserleri.
  • Soya fasulyesi: Prostat, mesane kanserleri.
  • Kırmızı meyveler: Kolon ve prostat kanserleri.
  • Brokoli: Kolon kanseri.


KANSERİ TETİKLEYEN BAZI BESİNLER

Kanserojen etkisi olan bazı besinler şunlardır;

Yüksek rafine şekerler: Yüksek rafine şeker tüketimi hem kilo artışına sebep olmaktadır ve obezite kanser için risk faktörlerinde ilk sıralardadır.

İşlenmiş et ürünleri: İşlenmiş et ürünleri (salam, sosis, sucuk gibi) koruyucu olarak kullanılan nitrit ve nitrat sebebiyle kanserojen etkisi olan yiyeceklerdir.

Yıkanmamış sebzeler: Pestisit, BPA gibi kimyasallardan korunmak için çok iyi yıkanmalıdır.

Dip deniz mahsulleri: Deniz ürünleri ve balıklardaki civa gibi ağır metallerden korunmak için midye ve dip balıklarının tüketimi sınırlandırılmalıdır.

Sigara: Bazı çalışmalara göre uzun sürede günde tek bir tane dahi sigara içilmesi, kansere neden olabiliyor. Bu açıdan nargile, puro ve pipo gibi diğer tütün türevlerini içmek ve pasif içicilik de risk taşıyor.

Alkol: Kanserden uzak durmak için alkolünden hayatımızdan çıkarılması önem taşıyor.

Bazı hayvan yemlerinde bulunan antibiyotikler: Hayvan yetiştiriciliğinde kullanılan bazı antibiyotiklerin risk faktörü olabileceği düşünülmektedir.

KEMOTERAPİ ALANLAR İÇİN ÖNERİLER

Kemoterapi sürecinde bulantı ve kusmaya karşı neler yapılmalı?

  • Besin çeşitliliği sağlanmalı, az ve sık beslenme yapılmalıdır. Günlük protein ihtiyacının karşılanması önemlidir.
  • Tat duyusu değişikliği sebebiyle besinler önce az miktarda denenmeli, kişinin reaksiyonuna göre devam edilmeli, istemediği yiyeceğe karşı zorlanmamalıdır.
  • Zencefil, nane ve limonlu içecekler kullanılabilir.
  • Yüksek yağlı yiyecekler ve yemekle birlikte fazla sıvı tüketmek bulantıyı artırır.
  • Patates püresi, yağsız tost ve krakerler daha sık kullanılabilir.
  • Sevilen baharatlar kullanılabilir ancak yoğun baharatlı ve acılı yiyecekler mide bulantısını tetikleyebilir.
  • Kusma oluyorsa sıvı alımı artırılmalıdır.
  • Ağız kuruluğu oluyorsa 1-2 saatte bir, 1 bardak ılık suya çeyrek çay kaşığı karbonat ve 1/8 çay kaşığı tuz katılarak yapılan karışımla gargara yapılıp durulanmalıdır.

Kafein vücutta çatlak yapıyor

Uzman Diyetisyen Çağatay Köşkeroğlu, özellikle spor yapan kadınlarda oluşan çatlakların engellenmesi için dikkat edilmesi gerekenleri anlattı.

Çatlak oluşumunun en büyük nedenlerinden biri fazla kafein ve asitli besinler tüketmektir. Fazla alınan kafein ve asit vücutta deformasyonlara sebep olacağından tüketimine dikkat edilmelidir.

Bu yüzden çikolata, kahve ve kola gibi besinlerin tüketimine dikkat edilmelidir. Dikkat edilmesi gereken besinler arasında yer alan tuz, fazla miktarda alındığında vücutta fazla su tutup, ödeme sebep olduğundan derinin gerilmesini ve çatlak oluşumuna sebep olacaktır. Çatlakların önlenmesin de dikkat edilmesi gereken bir diğer besin ise şekerdir. Ani kilo artışlarına sebep olacağından tüketimine dikkat edilmelidir.

Cilt çatlaklarının oluşmasının başka bir nedeni kollajen ve elastin seviyesinin azalmasıdır. Çatlakların oluşumunu önleyebilmek için özellikle A, B ve C vitaminlerinden zengin besinler tüketilmelidir. A vitamini dokuların onarılmasını sağlayacağından dolayı çatlakların izlerinin azalmasında rol oynayacaktır. Havuç ve marul A vitamini içeriği bakımından zengin olduğu için salatalarına ilave ederek tüketebilirler. B5 ve B3 vitamininlerinin cilde doğrudan temas etmesini sağlamak amacıyla vücuda sürülmesi çatlak oluşumunun azalmasını sağlayacaktır.

Cilde sürülerek uygulanmadığı takdirde mantar, yağlık balıklar ve yumurta tüketimine dikkat edilmelidir. C vitamini ise yaş ilerledikçe vücutta üretimi azalan kolajenin sentezinin artmasını sağlayarak ciltte bulunan kırışıklıkların, sarkmaların ve çatlakların giderilmesini sağlar. Bu yüzden sabah kahvaltılarına mutlaka rezene çayı, ara öğünlerden birine ise mutlaka papaya eklemeleri gerekmektedir. Vücut çatlaklarının önlenmesinin en faydalı yollarından biride günlük su alımıdır. Özellikle de spor esnasında kaybedilen su miktarının spor da tekrardan alınmasına özen gösterilmelidir.

Anne olmayı önleyen sinsi tehlike!

Rahmin içinde yer alan doku tabakası her adet döneminde dökülerek vücuttan atılıyor.

Bu doku tabakasına ait hücrelerin çeşitli etkenlerle rahmin dışında, örneğin yumurtalıklar, mesane veya bağırsaklar gibi organlara yerleşerek büyümeleri endometriozis olarak tanımlanıyor. En sık 25 – 45 yaşları arasında görülen endometriozis her 10 kadından 1'ini etkileyen, oldukça yaygın bir sağlık problemi.

Ağrılı ve yoğun adetler, cinsel ilişkide ağrı gibi çeşitli sorunlara neden olarak kadının yaşam kalitesini oldukça düşürebiliyor. Daha da kötüsü üreme sağlığında hasar oluşturarak infertiliteye (kısırlık) yol açabiliyor. Öyle ki endometriozise sahip olan kadınların yüzde 30-50'si hamile kalmakta güçlük çekiyor. Üstelik bazı hastalarda hiçbir belirtiye yol açmadan ilerlerken, bazı hastalarda da devamlı karın ağrısı, irritabl bağırsak sendromu gibi başka hastalıklarla ortak belirtiler verdiği için endometriozise tanı konması 6-10 yılı bulabiliyor.

Acıbadem Fulya Hastanesi Endometriozis Merkezi Sorumlusu Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Ercan Baştu bu nedenle adet sancısı çeken kadınların karın ağrısını hafife almamaları, mutlaka bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanına başvurmaları gerektiğine dikkat çekiyor.

En tipik 3 belirtisine dikkat!

Endometriozisin oluşum nedeniyle ilgili çeşitli teoriler ortaya sürülse de henüz kesin nedeni bilinmiyor. En yaygın teori ise adet kanının ve rahim iç dokusunun regl dönemi sırasında rahimden geçerek fallopian tüplerine ve buradan da karın içine sızması. Doç. Dr. Ercan Baştu endometriozis belirtilerinin nitelikleri ile şiddetinin ise hastalığın yerleşmiş olduğu bölgeyle yayılma durumuna göre çeşitlilik gösterdiğini vurgulayarak "Endometriozisin en tipik belirtileri ağrılı ve yoğun adet görme, ağrılı cinsel birleşme ile infertilite (kısırlık) yakınmalarıdır" diyor.

Şiddetli karın ağrısı bazı hastalarda sadece adet döneminde değil, normal zamanda da oluşabiliyor. Bunların yanı sıra dışkılama sırasında ağrı, kanlı dışkılama, idrarda kan görülmesi ve kabızlık ya da ishal gibi bağırsak alışkanlıklarında değişmeler de endometriozis belirtileri olabiliyor. Ancak endometriozis bazı hastalarda hiçbir semptom göstermediği veya devamlı karın ağrısı ve irritabl bağırsak sendromu gibi başka hastalıklarla ortak belirtilere sahip olduğu için genellikle ya yıllar sonra tesadüfen ya da infertilite sorunu gelişince tespit ediliyor "

İnfertilite riski yükseliyor

Hamileliğin oluşması için yumurtanın yumurtalıktan salınması, tüp doğrultusunda ilerlemesi, bir sperm tarafından döllenmesi ve kendini rahim duvarına yerleştirmesi gerekiyor.

Endometriozisin infertiliteye yol açması, yumurtalık ve tüplere zarar verebilen, rahim dışına yayılmış hastalıklı dokuların bu yerleri etkilemesi nedeniyle oluyor. Hastalıklı dokulara sahip olmayan kadınlarda bile endometriozis hamile kalmayı zorlaştırabiliyor. Endometriozis hamileliği yumurtaya veya sperme zarar vererek de önleyebiliyor. Doç. Dr. Ercan Baştu, bu nedenle çocuk sahibi olmak isteyen kadınların hamile kalmayı ertelememeleri gerektiği uyarısında bulunuyor.

Tedavi hamilelik şansını yükseltiyor

Acıbadem Fulya Hastanesi Endometriozis Merkezi Sorumlusu Doç. Dr. Ercan Baştu aşılama ve tüp bebek tedavisi gibi yardımcı üreme tedavilerinin hamile kalınmasında yardımcı olabildiğini, hatta bazı durumlarda konservatif ameliyattan daha çok tercih edildiğini belirtiyor. Öyle ki endometriozis tedavi edilmediğinde doğurganlık oranı yüzde 2 ila 3 gibi oldukça düşük bir oranda seyrederken, aşılama ve yumurtlama uyarılması tedavileri birlikte uygulandığında bu şans yaklaşık yüzde 15'e yükseliyor. Tüp bebek tedavisinde ise şans daha da artıyor ve yaşa bağlı olarak değişmekle birlikte, hamile kalma oranı yüzde 50-60'lara ulaşabiliyor.

Endometriozisi olan kadınlarda infertilite sorununu tedavi etmek için birkaç yönteme başvurulduğunu belirten Doç. Dr. Ercan Baştu sözlerine şöyle devam ediyor: "Endometriozisi ortadan kaldırmak amacıyla uygulanan ameliyat, ilaçlar, aşılama ve tüp bebek tedavisi yöntemlerinin hangisine başvurulacağı; hastanın yaşı, diğer doğurganlık faktörleri ve endometriozisin derecesi gibi bireysel faktörlere bağlı olarak değişiyor" diyor.

'Az ye' demek kilo aldırıyor!

Şişmanlık günümüzde estetik bir sorun olmaktan çıktı! Ölümcül hastalıkları da beraberinde getiren obezite en çok kadınları vuruyor. 
VM Medical Park Pendik Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Samet Yardımcı, "Öncelikle hastanın yakınlarının, çevresinin bilinçli olması gerekiyor. 'Ne var ki tut boğazını', 'rejim yap', 'az ye', 'spor yap', ' 'bak komşunun kızı kaç kilo verdi' demeyin" diyerek uyardı.

Obezite çağın en büyük sorunlarından biri haline geldi. Bunda iki faktör var; birincisi yediğimiz içtiğimiz şeylerin içeriği değişti. Çok fazla rafine şeker içeren yiyecekler ve içecekler hayatımıza son hızla giriş yaptı. Yediğimiz tüm tatlılarda, ekmekte, makarnada bu yarı sindirilmiş rafine şeker var. Aynı zamanda şehirleşmenin artması hareketsiz bir yaşam tarzına alıştırdı bizi. Her yere araba veya toplu taşıma ile gidiyoruz, bilgisayar karşısında masa başı işlerde çalışıyoruz ve çok televizyon seyrediyoruz.

Obezite şu an önlenebilir ölüm sebepleri arasında sigaradan sonra ikinci sırada yer alıyor. Bu haliyle kuş gribi veya küresel ısınmadan çok daha tehlikeli olduğu tüm bilim çevrelerince kabul edildi. Uzun yıllar obezite cerrahisi üzerinde çalışmalar gerçekleştiren ve başarılı sonuçlara imza atan VM Medical Park Pendik Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Samet Yardımcı obeziteyle ilgili korkutan gerçeği gözler önüne serdi.

KADINLARIN YÜZDE 41'i AŞIRI KİLOLU!

Bugün obezite ile ilişkili olduğu kanıtlanmış birçok hastalık var. Bunların en başında şeker hastalığı olarak bilinen tip 2 diyabet hastalığı yer alıyor. Yine kalp damar hastalıkları yani kalp krizi riski, yüksek tansiyon, damar tıkanıklıkları, uyku apnesi, karaciğer yağlanması ki siroza kadar götürebilir hastayı, ciddi eklem rahatsızlıkları ve artmış kafa içi basınç sayılabilir. Yine birçok kanser türünün obez bireylerde daha sık görüldüğünü biliyoruz. Bunların en başında meme, kalın barsak, rahim ve yemek borusu kanserleri geliyor.

Yapılan araştırmaya göre ülkemizde erkeklerin yüzde 20'si, kadınların da yüzde 41'i obeziteyle karşı kaşıya! Örneğin 1.70 boyundaki birisi 115 kiloyu aştıysa bu artık morbid obezdir. Türkiye'de yaklaşık 1 milyon morbid obez var. Öncelikle hastanın yakınlarının, çevresinin bilinçli olması gerekiyor. 'Ne var ki tut boğazını', 'rejim yap', 'az ye', 'spor yap', 'yürü biraz da', 'bak komşunun kızı kaç kilo verdi' gibi yaklaşımlar bu hastalarda hiçbir işe yaramadığı gibi, birçok hastamızı da gereksiz yere suçluluk hissine kapılmasına sebep olmakta. Obez olmak kişinin suçu değil, bu bir hastalık.

'RAMBO DOKTOR' DEVRİ KAPANDI

Obezite, bu işle profesyonelce ilgilenenlerin tedavi etmesi gereken bir hastalık. Birçok doktoru ilgilendiriyor aslında. Öncelikle obeziteye yol açan hormonal veya psikiyatrik bir bozukluk var mı onun araştırılması gerekiyor, sonra doğru beslenmenin hastaya öğretilmesi gerekli. Doktor kontrolünde kullanılabilecek bazı ilaçlarla destek sağlanmalı, egzersiz programı hastaya özel olarak planlanmalı. Çünkü bu hastaların standart egzersizler esnasında sakatlanma ihtimali çok yüksek. Tüm bunların denenip de başarısız olduğu hastalarda obezite ameliyatı en etkili tedavi yöntemidir.

Dolayısıyla birbiri ile uyum içine çalışan endokrinolog veya dahiliye uzmanı, obezite ameliyatlarında tecrübeli cerrah, psikiyatrist ve diyetisyen mutlaka tedaviyi beraber üstlenmeli. Her şeyi tek başına yapan 'Rambo Doktor' devri kapandı, zaman beraber çalışma zamanı.

HASTAYI TEDAVİSİZ BIRAKMAK AMELİYATTAN DAHA TEHLİKELİ!  
Ülkemizde obezite arttıkça, obezite ameliyatları da buna paralel olarak arttı. Bir diğer konu da teknolojinin hayatın her alanına olduğu gibi ameliyatlara da sirayet etmesi oldu. Yeni çıkan cihazlar ve görüntüleme yöntemleriyle, eskiden kapalı yöntemle yapılması neredeyse imkansız olan ameliyatları, çok rahat ve emniyetli olarak yapabilir hale geldik. Ameliyatsız tedavi yöntemlerinin tükendiği noktada bu kadar ölümcül bir hastalıkla hastayı baş başa bırakmak ve ameliyat etmek gibi iki seçeneğiniz var. Risksiz bir ameliyat da maalesef yok, her ameliyatın olduğu gibi obezite ameliyatının da kendine göre bazı riskleri var. Ayrıca, tecrübeli ellerde yapıldığında, bu ameliyatın riski aslında bir safra kesesi ameliyatı kadardır. Şunu unutmayalım, obezite hastalarını tedavisiz bırakmak ameliyattan çok daha tehlikeli bir durumdur.

Sessiz kör edici hastalık glokoma karşı önleminizi alın!

Dünyada görme kaybı nedenleri arasında katarakttan sonra ikinci sırada yer alan glokom yani göz tansiyonu sessizce ilerliyor ve yaşam kalitesini bir anda düşürebiliyor. 

Gözde glokomun oluşturduğu hasar bir an önce tespit edilip, hastalık kontrol altına alınmadığı takdirde geri dönüşü olmayan tablolara yol açabiliyor. Memorial Ankara Hastanesi Göz Hastalıkları Bölümü'nden Dr. Bekir Sıtkı Aslan, "8-14 Mart Dünya Glokom Haftası" öncesinde göz tansiyonu hakkında bilgi verdi.

Sessiz ve kör edici hastalık "Glokom"

Glokom, görme bilgisini beyne taşıyan görme sinirinde ilerleyici hasara neden olan bir göz hastalığıdır. Glokomun en yaygın şekli, gözün içinde oluşan sıvının fazla salgılanmasına veya sıvının dışa akımında direnç oluşmasına bağlı göz içi basıncındaki artıştan kaynaklanır. Bu basınç artışı zamanla görme kaybına ve tedavi edilmezse körlüğe neden olabilir. Bir kez geliştiğinde, görsel hasar çoğunlukla geri döndürülemez. Bu durum, glokomun "sessiz kör edici hastalık" ya da "görmenin gizemli hırsızı" olarak tanımlanmasına yol açmaktadır.

Diyabet hastaları ve ailesinde glokom görülenler dikkat!

Her yıl iki milyondan fazla insan glokoma maruz kalıyor ve glokom, dünya genelinde katarakttan sonra körlüğün ikinci en önde gelen nedenidir.Herkeste glokom gelişebilir, ancak 60 yaşın üstündeki insanlar, ailesinde glokom öyküsü olan kişiler veya diyabetliler daha yüksek risk altındadır. Gözlerinizi kontrol altında tutmak ve glokom semptomlarının farkında olmak, erken tanı için yararlı olur.

Erken teşhis körlüğün önüne geçiyor

Glokom için mutlak bir tedavi yoktur, ancak hastalık erken teşhis edilip tedavi edilirse görme kaybı ve körlük önlenebilir. Kişinin yaşı ne olursa olsun, düzenli göz muayenelerini aksatmaması önemlidir. Bu konuda öneriler şöyle sıralanmaktadır:

40 yaşın altındaysanız, her iki ile dört yılda bir kontrol için göz hekimine başvurulması önerilir, yaş arttıkça muayene olma sıklığı artırılmalıdır.
55 yaşından sonra her iki yılda bir gözlerinizi muayene ettirmelisiniz.
Ailede göz hastalıkları öyküsü ya da glokom riskinden endişe duymanız halinde mutlaka göz muayenesi olmanız gerekmektedir.

Doktorunuz görme keskinliği testi ve görme alanı testi ve göz içi basıncı da dahil olmak üzere, bir dizi test yoluyla glokom olup olmadığını tespit edebilir. Göz bebeğini büyüterek yapılacak bir göz muayenesi, doktorların retina ve optik sinirlerinize herhangi bir hasar olup olmadığını kontrol etmesine yardımcı olur.

Sağlıklı beslenme ve egzersiz glokom riskini azaltıyor

Araştırmalar, yaşam biçiminin glokom riski üzerinde bir etkisi olabileceğini göstermektedir. Yapılan bir araştırmada, günde 1 porsiyon yeşil yapraklı sebze yemenin aslında glokom riskini yüzde 30 düşürebileceğini göstermektedir. Buna ek olarak, şeker hastalığı gibi obezite ile ilişkili bozukluklar, glokom ve görme kaybı riskinde artışa neden olabilir. İdeal kilonun korunmasına özen gösterilmelidir, doğru diyet ve egzersiz planlaması çok önemlidir.

Masa başı çalışanlar 20-20-20 kuralını uygulayın

Bütün gün masa başında çalışıp bilgisayar ekranlarına bakanlar, gözlerini rahatlatmak için 20-20-20 kuralını uygulayabilirler. 20 dakikada bir 20 saniye 20 adım ileri bakmak göz yorgunluğunu azaltarak gibi göz içi basıncının da düzenlenmesine katkıda bulunabilir. Ayrıca ağırlık kaldırma veya yogadaki belirli pozisyonlar gibi belirli egzersizler göz basıncını artırabilir. Bu nedenle glokomun önlenmesi veya tedavi edilmesi için yeni bir egzersiz planına başlamadan önce mutlaka bir uzmana danışılmalıdır.

23 Kasım 2018 Cuma

Mevsim geçişleri sizi hasta etmesin!

Bahar aylarında havalar yavaş yavaş ısınmaya, doğa canlanmaya başlıyor. Mevsim geçişlerindeki ısı değişim dönemleri ise hastalıklara yakalanma riskinin en fazla olduğu zamanlar olarak tanımlanıyor. 

Havanın bir ısınıp bir soğuması, güneşe aldanılıp giyilen ince kıyafetler ve değişen beslenme ile uyku düzeni vücut direncini düşürüyor. Bu durum da soğuk algınlığı, grip ve nezle şikayetlerinin artmasına sebep oluyor. Memorial Şişli Hastanesi Kulak Burun Boğaz Bölümü'nden Op. Dr. Nurten Küçük, mevsim geçişlerinde sağlıklı kalmanın yolları hakkında bilgi verdi.

Isı değişimleri hasta ediyor

Bahar mevsiminde havaların ısı ve nem değişimi hem soğuk algınlığı hem alerjik hastalıkların daha çok görülmesine neden olmaktadır. Mevsim geçişlerinde sıcaklık değerleri sık sık değişmektedir. 36-37 derece arasında olan vücut sıcaklığı bu dönemde değişen hava şartlarıyla tam dengesini sağlayamaz ve bu durum bağışıklık sisteminin zayıflamasına neden olmaktadır. Vücudun savunma sistemindeki bu azalma kişiyi enfeksiyonlara ve hastalıklara açık hale getirmektedir. İlkbaharın gelmesiyle alerji dönemine de girilmektedir. Bu dönemde özellikle alerjisi olan kişilerin daha çok dikkat etmeleri ve kendilerini korumaları gerekmektedir.

Belirtiler birbirine benziyor

Alerjide belirtiler genelde; burun kaşıntısı, gözlerde yaşarma ve kaşıntı, hapşırma şeklinde görülür. Grip ve nezleyle benzeşen tarafları bu belirtilerdir. Fakat grip ve nezle gibi bir enfeksiyona bağlı olarak gelişen durumlarda bu belirtilere ek olarak baş ağrısı, vücutta kırgınlık, halsizlik ve ateşte eklenmektedir. Havaların ısınması ve güneşin çıkmasına aldanıp ince giyinmek yine hastalıklara zemin hazırlamaktadır. Gün içindeki ısı değişimleri bir terleyip bir üşümek kişinin hasta olmasına neden olmaktadır. Bu ne çok sıcak, ne de çok soğuk havalar bakteri ve mikropların üremesine zemin hazırlamaktadır. Alerji partiküllerinin de havada dolaştığı bu mevsim her açıdan risk oluşturmaktadır. Alerjilerde genelde hastalıkları tetiklemektedir.

Çocuklar ve 65 yaş üstü kişiler dikkatli olmalı

Grip belirtilerinde ateş daha fazla görülmektedir. Soğuk algınlığında ateş çok etkili değildir. Vücut kırgınlığı, hapşırmalar, burun kaşıntıları ve akıntıları iki hastalığında belirtisi ama yüksek ateşe gripte daha fazla rastlanmaktadır. Soğuk algınlığına viral enfeksiyonlar neden olurken gribe bakteriyel enfeksiyonlar neden olmaktadır. İki hastalıkta mikroorganizmaların neden olduğu enfeksiyonlardır ama grip daha ağır geçirilmektedir. Soğuk algınlığı gribin daha hafif bir formu gibi düşünülebilir. Mevsim geçişlerinden en çok çocuklar ve 65 yaş üstü kişiler etkilenmektedir. Bu yaş gruplarının etki altında kalmaları aslında bağışıklık sistemlerinin daha zayıf olmasından kaynaklanmaktadır. Erişkinlerin ise bütün gün havalandırma sistemleri çok iyi olmayan kapalı ortamlarda çalışmaları ya da okullarda bir arada olmaları bağışıklık sistemlerini zayıflatabilmekte ayni zamanda mikropların çoğalması için ortam hazırlamaktabu da yine hastalıklardan etkilenmelerini sağlamaktadır.

Elleri sık yıkamak hastalığa yakalanma riskini düşürüyor

Grip ve nezle daha çok hava yoluyla bulaşan hastalıklar olduğu için kapalı alanlarda havalandırmanın düzenli yapılması, ortam ısısının ve neminin iyi dengelenmiş olması gerekmektedir. Bunun haricinde öksürürken, hapşırırken ağzı kapatmak ve düzenli olarak el yıkamak korunma yöntemlerinin başında gelmektedir. Maske kullanmak ya da elle ağzı kapatmak hastalığın bulaşmaması için bir önlemdir ama tek başına yeterli değildir. Bu hastalıkların bulaşma olasılığı el temasıyla daha yüksek olmaktadır. Bu yüzden elleri sık yıkamak hastalıkların bulaşma riskini düşürmektedir.

Bol su tüketin ve düzenli uyuyun

Bağışıklık sisteminin kuvvetlendirmek mevsim geçişlerinde hastalıklardan korunma sağlamaktadır. Su bağışıklık sisteminin önemli bir parçası olduğu için bol su tüketmek gerekmektedir. Bol su içmek metabolizmanın sağlıklı bir şekilde çalışmasını sağlamaktadır. Burnun ve boğazın nem dengesi önemlidir ve bu denge bol su içilerek korunmalıdır. Düzenli ve kaliteli uyku vücut direncini güçlü tutmaktadır. Yine sağlıklı ve dengeli beslenme bağışıklığı artırmaktadır. Karbonhidrat, protein ve sebzeyi dengeli tüketilerek vücut için gerekli bütün vitamin ve mineraller alınmalıdır. C vitamini içeren meyveler ve sebzeler ayrıca yumurta ve balık gibi zengin besin içerikleri olan proteinler yine bu dönemde tercih edilmelidir. Ihlamur, yeşil çay, kuşburnu gibi vitamin ve mineral açısından zengin çaylar tüketilebilir.

Aşılar bu hastalıklara karşı koruma sağlıyor

D vitamini de hastalıklardan korunabilmek açısında yine önem arz etmektedir. D vitamini düşük kişilerin hastalıklara ve alerjilere yakalanma riski daha fazla ve iyileşme dönemleri daha uzun olmaktadır. Bu dönemde yine güneşten daha fazla yararlanmak faydalı olmaktadır. Hastalıklardan korunma açısından yine sonbaharda yapılan grip ve zatürre aşıları önemlidir. Özellikle 65 yaşın üzerindekiler için bu aşılar, ilkbaharın gelmesiyle oluşacak soğuk algınlığı, grip ve nezle gibi hastalıklara karşı koruma sağlamaktadır. Hastalığa yakalanılsa bile daha hafif atlatılabilmektedir.

Tedavi nedene ve kişiye göre farklılık gösteriyor

Uzman hekimler tarafından yakalanılan hastalığa göre bir tedavi yöntemi belirlenmektedir. İyileşme döneminde istirahat etmek ve bol su içmek çok önemlidir. Ağrı kesici, ateş düşürücü, vücudu rahatlatıcı birtakım ilaçlar önerilmektedir. Burnu ve ağız içini okyanus suyuyla temizlemek tedavi aşamasına yardımcı olmaktadır. Orada biriken mikropların ve partiküllerin temizlemesi iyileşmeyi hızlandırmaktadır Kişinin ateşi yükseliyorsa ve burun akıntısı koyu renge dönmüşse bu bakteri kökenli bir enfeksiyon göstergesi olabilir ve buna göre antibiyotik tedavisine başlanabilmektedir. Eğer hastanın alerjisi de varsa tedavi ona göre uygulanmalıdır.

Cilt Lekeleri Güzelliğinize Gölge Vurmasın!

'Güneş güzele vururmuş' derler. Söz güzel, hatta söz konusu kadınlar olunca böylesi bir iltifat günün stresini alır götürür. Peki gerçekten "Güneş güzele mi vurur", yoksa güzelde leke mi yapar? 

Saç, Cilt Bakımı ve Güzellik Uzmanı, Eğitmen Master Figen Aktosun, ışıl ışıl güzelliğimize gölge düşüren lekeleri ve çaresini anlattı. Medikal uygulamalarda "Altın iğne RF Uygulaması SCARLET S., Fraksiyonel Lazer Uygulaması, Dermapen Uygulaması ve Kimyasal Pealing" hayat kurtarıcı olurken, basit lekelenmeler için de dört doğal maske önerimiz var.Evet haber sizi çağırıyor, ha bu arada güneşle aranıza mesafe koymayı unutmayın!

Güzel, ışıl ışıl bir cilt bütün kadınların en büyük arzusu ve ne yazık ki, lekelerden ötürü en büyük kabusudur. Peki, kusursuz bir görüntünün önündeki en büyük engel olan lekeler nasıl oluşuyor? Aynı zamanda daha yaşlı görünmemize neden olan lekelerden kurtulmak için neler yapmalıyız? Medikal uygulamalar nelerdir? Hepimizin mutfağında bulunan malzemelerle doğal leke giderici kürler nelerdir?

Evet soru çok, cevaplar ise Saç, Cilt Bakım ve Güzellik Uzmanı, Eğitmen Master Figen Aktosun'dan.

Nereden Çıktı Bu Lekeler?

Deriye rengi melanin adı verilen pigment hücrelerin verdiğini söyleyerek söze başlayan Master Figen Aktosun, yüz ve eller başta olmak üzere vücutta yaşanan lekelenmelerin nedenlerini şöyle maddeliyor:

Güneşe fazla maruz kalmak,
Hamilelik döneminde yaşanan hormonal değişimler,
Sivilcelerin vücutta bıraktığı renksel koyuluklar,
Kortizon içerikli ilaçlar,
Ailesel (genetiksel) faktörler,
Doğuştan gelen pigmentasyon hastalıkları, (Leucoderma gibi)
Vitiligo (En sık görüldüğü bölgeler yüz, göz, ağız, burun çevresi, el sırtları, meme uçları, diz ve dirsekler)

Her Leke Masum Değil!

Kadınların lekeler konusunda çok hassas olduğunu, bunun erkeklerin bu durumu göz ardı ettiği anlamına gelemeyeceğini dile getiren Aktosun'un bir de önemli uyarısı var: "Bu cilt lekelerinin bazıları önemli sağlık sorunlarına neden olabileceği için uzman dermatoloji doktorları tarafından takip edilmeleri gerekir. Benim tavsiyelerim her hangi bir sağlık sorununa neden olmayan ancak görüntü olarak kişinin mutsuz olmasına neden olan lekelenmelere dairdir."

Aman Güneşe Dikkat!

"Güneş güzele vururmuş" sözü bir hoşluk olarak hayatımızda yer almaya devam etsede lekelenmelerin ana nedenlerinden biri olarak orta yerde duruyor. Master Figen Aktosun, güneş lekelenmelerini önlemek için şu tavsiyelerde bulunuyor: "Cildimizi güneşin zararlı UVA ve UVB ışınlarından korumamız gerekir. Özellikle güneş ışınlarının dik geldiği öğle saatlerinde güneşe çıkmamalıyız. Cildimize güneş koruma faktörlü yüksek kremler sürmeliyiz. Şapka hayatımızın özellikle güneşi yoğun hissettiğimiz mevsimlerde en önemli aksesuarımız olması gerekir. Güneş gözlüğü de aynı şekilde çok önemli. Ve ben bütün mevsimlerde güneş gözlüğü kullanılması taraftarıyım. Çünkü göz çevremizdeki cilt tabakamız oldukça ince ve yıpranması, kırışması çok daha hızlı ilerliyor."

Lekeleri Sorun Olmaktan Çıkaran Medikal Uygulamalar

Hamilelik kaynaklı lekelenmelerin genellikle alında, yanakların orta kısmında ve seyrek olarak da üst dudak ve boyunda oluştuğunu, nedeninin ise östrojenlerin melanin sentezini stimüle etmesi olduğunu aktaran Aktosun, güneşe mazur kalındığında bu lekelenmelerin yoğunlaştığına dikkat çekiyor.Sivilcelerin geçtikten sonra geride iz ve lekelenmeler bıraktığını, aynı şekilde kortizon içerikli kimi ilaçlar ile doğum kontrol haplarının benzer lekelenmelere neden olduğunu dile getiren Aktosun, kimi medikal uygulamalarla kahverengi lekelerin sorun olmaktan çıktığını ifade ediyor.

Aktosun, kesin sonuç alınacak medikal uygulamalardan bazılarını şöyle maddeliyor:

Altın iğne RF Uygulaması SCARLET S.
Fraksiyonel Lazer Uygulaması
Dermapen Uygulaması
Kimyasal Pealing
Aktosun, bu uygulamaların mutlaka deneyimli kadrosu ile isim yapmış kurumlardan alınması gerektiğini, medikal uygulama temelli tedavilerin Eylül-Nisan döneminde yapılmasının uygun olacağını kaydediyor.

Leke Savar Doğal Maske Tarifleri

Medikal uygulamaların yanı sıra doğal kürler konusunda da uzman olan Master Figen Aktosun, herkesin mutfağında bulunan malzemelerle yapılabilecek doğal maske tarifleri de verdi.Basit lekelenmeler için kullanabileceğiniz tarifler şu şekilde:


  • Bir tatlı kaşığı karbonat, bir kaşık vazelin, bir yumurta kabuğu (toz haline getirilecek), orta boy patatesin yarısının suyu. Bütün bu malzemeler bir cam kasede karıştırılır, maske şeklinde yüze sürülür. 25 dakika bekletilir, sonrasında ovularak çıkarılır. Sonrasında güneş kremi sürülür.
  • Bir patates rendelenir. İçine bir kaşık bal, bir kaşık yoğurt karıştırılır. Yüze sürülür ve 15 dakika bekletilir. Gül suyuyla silinir. Sonrasında güneş kremi sürülür.
  • Üç kaşık soda, toz haline getirilmiş bir yumurta kabuğu, bir kaşık karbonat, yarım kaşık limon. Bütün malzemeler cam bir kasede karıştırılır ve lekelere sürülür. 20 dakika bekletildikten sonra ovularak çıkarılır. Sonrasında güneş kremi sürülür.
  • 60 gün boyunca uygulanmasını önerdiğimiz bir diğer kür ise şöyle: Her akşam, tüm yüzünüz ve göz altları dahil, limonun dışındaki suyla silinir. Ve yüzde bırakılır. Limonun dışındaki perventin asit çalışır ve ciddi sonuçlar elde edilir.

Anne sütünün 5 önemli yararı

Anne sütü, bebeğin ilk 6 ayında tüm beslenme ve vitamin ihtiyaçlarını tek başına karşılıyor, içerdiği pek çok yararlı madde sayesinde bebeği hastalıklardan koruyor ve emziren annelerin da bağışıklık sistemini güçlendirerek, özellikle meme kanserine yakalanma riskini azaltıyor. 

Memorial Dicle Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü'nden Uz. Dr. Gülhan Ozan Altaş, anne sütünün 5 önemli faydası hakkında bilgi verdi.

1- İleri yaşlarda ortaya çıkabilecek hastalıkların riskini en aza indirir

Anne sütü alan bebeklerde kulak ve akciğer enfeksiyonları, menenjit, viral sindirim sistemi hastalıklarının daha az görüldüğü, yapılan pek çok bilimsel çalışma ile kanıtlanmıştır. Bu hastalıklara karşı bebeği koruyan en önemli madde, anne sütündeki Ig A adı verilen proteindir. Bu protein, anne sütünde ve özellikle de kolostrum adı verilen ilk zamanlardaki sütte bol miktarda bulunmaktadır. Ayrıca anne sütünün daha sonraki hayatta ortaya çıkabilecek diyabet, kolesterol, hipertansiyon ve inflamatuar bağırsak hastalıklarının gelişimini önlemede kısmen etkili olmaktadır.

2- Alerjik hastalıklara karşı korur

Anne sütü yerine, çeşitli formül mamalarla ya da inek, koyun, keçi sütü ile beslenen bebeklerde alerjik rahatsızlıklar daha fazla görülmektedir. Sadece anne sütünde bulunan Ig A bebeğin sindirim sisteminde koruyucu bir tabaka oluşturur ve bu tabaka, olası alerjik besinlerin bebeğin sindirim sitemine ulaşmasını engeller.

3- Bebeğin aşırı kilo almasını önler

Amerikan Pediatri Akademisi, obeziteyi önlemek için bebeklerin anne sütü ile beslenmesini önermektedir. Anne sütü alan bebeklerin daha iyi bir beslenme alışkanlığı edindiği gözlenmiştir. Ayrıca anne sütü daha az insülin (acıktıran, yağları depo eden hormon) ve daha fazla leptin (iştahı kapatan, yağları yakan hormon) içerdiği için bebeğin aşırı kilo almasını önleyici özlliktedir.

4- Zeka gelişimine katkıda bulunur

Çeşitli bilimsel araştırmalarda, anne sütü ile beslenen bebeklerin daha zeki olduklarına ilişkin sonuçlara ulaşılmış olup bu araştırmaların birinde, 17 binden fazla bebek doğumdan sonra 6,5 yıl süre ile takip edilmiş ve bebeklerden uzun süre anne sütü alanların, daha yüksek bir zeka katsayısına sahip olduğu gözlenmiştir.

5- Emzirme meme kanserine yakalanma riskini azaltır

Anne, bebeğini ne kadar uzun süre emzirirse, meme ve yumurtalık kanserine yakalanma olasılığı da o kadar azalmaktadır. Bu nedenle annenin meme kanserinden korunmak için bebeğini, en az bir yıl süre anne sütü ile beslemesi önermektedir. Emzirme, pek çok annenin psikolojisi üzerinde de olumlu etkiye sahiptir. Çünkü emzirme sürecinde anne vücudundan salgılanan oksitosin, rahatlatıcı özelliktedir.

Her 10 kişiden biri bu sorunu yaşıyor!

Günümüzde 10 kişiden biri işitme kaybı sorunu yaşasa da Dünya Sağlık Örgütü, bu soruna yol açan faktörlerin yüzde 60′nın önlenebilir olduğuna dikkat çekiyor. 

Acıbadem Ankara Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Ali Titiz ancak, günümüzde gürültü seviyesinin artması ve maruz kalınan sürenin uzamasının, kulağımızda ciddi ve geri dönüşü olmayan hasar oluşturabildiğini söylüyor.

İşitme kaybı, çok yaygın görülen bir sorun. Öyle ki günümüzde 10 kişiden biri işitme kaybı sorunu yaşıyor. Peki, önlemek mümkün değil mi diye düşünenlere verilecek yanıt; elbette! Dünya Sağlık Örgütü, işitme kaybına yol açan faktörlerin yüzde 60′nın önlenebilir olduğuna dikkat çekiyor. Önlem alınmadığında ortaya çıkan sorun ise hem yaşayan kişiyi hem de toplumu ilgilendiren bir sorun yumağına dönüşüyor. Öncelikle kişinin toplumsal yaşama katılmasını güçleştirdiği gibi yaşam kalitesini de düşürüyor. Bu açılardan bakıldığında işitme kaybının erken dönemde belirlenmesi ve kaybı oluşturacak dış etkilerden korunma, bu sorunun çözümünün temel basamağını oluşturuyor. İşitme kaybıyla direkt ilişkili olduğu düşünülen önlenebilir etkenlerden biri de, gürültü.

Günümüzde endüstrileşme, modern toplumunda var olan gürültü seviyesinin artması ve maruz kalınan sürenin uzaması nedeniyle kulağımızda ciddi ve geri dönüşü olmayan hasar oluşturabiliyor. Peki, hangi sesler gürültü kabul ediliyor? Uluslararası olarak zararlı gürültü seviyesi 85 desibel olarak kabul ediliyor. Acıbadem Ankara Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Ali Titiz, bunun üzerindeki şiddetlerde gürültülerin işitme kaybı açısından risk oluşturduğuna dikkat çekiyor. Bu nedenle özellikle gürültünün bu seviyenin üstüne çıktığı işyerlerinde işitmeyi koruyucu tedbirlerin alınması önem taşıyor. Ayrıca, konser veya kapalı mekanlardaki ses şiddetinin 110-120 desibel seviyelerinde olması ve maruz kalınan sürenin de uzaması ses travması olarak adlandırılan iç kulaktaki sinir hücrelerinin geçici ve kalıcı olarak hasar görmesi ile hasarın boyutuna göre geçici veya kalıcı işitme kaybı veya kulak çınlaması gibi sorunlara neden olabiliyor.

Gürültünün yaratabileceği hasarı artıran riskler

Belli seviyedeki gürültü herkeste aynı etkiyi yaratmayabiliyor. KBB Uzmanı Doç. Dr. Ali Titiz, gürültüye bağlı işitme kayıplarının ortaya çıkmasında etkili olabilecek faktörleri sıralıyor.

Yaş: Gürültüye maruz kalma süresi yaşla birlikte arttığı için işitme kaybı ileri yaşlarda daha sık ortaya çıkıyor. Ayrıca ileri yaşlarda görülen yaşa bağlı işitme kayıplarının eklenmesiyle birlikte sorun daha belirgin bir hal alıyor. Bu noktada mesleki maruziyet sorunun erken yaşta çıkmasına neden olabilir. Çalışma hayatına başlangıç günümüzde 18 yaş olmakla birlikte çocuk işçilerin kayıtsız olarak bu tip işlerde çalıştırılması ya da önlem alınmaması, sorunun ileri yaşlarda kalıcı olmasına yol açabiliyor.

Vibrasyon: Sesin titreşim yoluyla hem kemik hem de kulak kanalından hava yolu ile gelişi, sesin kulağa kulak kanalından gelişinden daha çok zarar veriyor. Bu nedenle, kompresör ve iş makineleri kullanan işçilerinde durum daha belirgin olabiliyor.

Bireysel faktörler: Yapılan araştırmalar gürültünün her kişi üstünde aynı etkiyi yaratmadığı ve bireysel farklılıklar bulunduğunu gösteriyor. Bu noktada da genetik özelliklerin etkili olduğu düşünülüyor. Koklea olarak adlandırılan iç kulaktaki işitme algı organında bulunan nöral yapıların sıklığı ve sertliği de bireysel farklılık gösteriyor ve gürültünün etkisini değiştirebiliyor. Ayrıca yaş, ırk, cinsiyet ve kokleanın daha önce hasar görmüş olması, sigara kullanımı, diyabet varlığı, kolesterol yüksekliği ve kalp damar hastalıkları gibi kronik hastalıklarda da gürültünün yaratabileceği hasar riski artıyor.

Her yıl işitme testi yapılmalı

Gürültünün oluşturacağı olumsuz etkileri önleme, ortadan kaldırmada erken tanı ve gürültüye karşı alınacak önemler ciddi önem taşıyor. Doç. Dr. Ali Titiz, işitmeyi koruma zorunluluğu olan iş yerlerinde çalışanlara her yıl rutin işitme testi yapılması gerektiğini belirterek, alınması gereken diğer önlemler konusunda şu bilgileri veriyor:

"Günlük yaşamda ve çalışma ortamlarında gürültüyü azaltabilir veya tama yakın kaldırabiliriz. Bu amaçla gürültü kaynaklarının kontrol altına alınması ve izolasyonları, kulaklık kullanımı ve çalışma ortamında rotasyonel çalışma düzeninin sağlanması bireylerin işitme sağlığı açısından en önemli koruyucu faktörleri oluşturuyor. Bununla birlikte 90 desibel şiddetinde ve 8 saat sürekli çalışılan bir iş yerinde işitme koruma programı uygulanmalıdır. Eğerbu şiddetin üstünde bir gürültü söz konusu ise çalışma saatlerinde indirime gidilmesi de önem taşıyor"

Gürültünün azaltılması iş verimliliğini artıyor

Çalışma ortamında gürültünün azaltılması veya ortadan kaldırılması genellikle çok verimli sonuçlar doğuruyor. İş ortamı daha güvenli ve daha sağlıklı olduğunda işveren; devamsızlık, kaza veya tam kapasite çalışılamamasından kaynaklanan zararlardan da uzaklaşmış oluyor.

D vitamini eksikliğinin 9 belirtisine dikkat!

İyi ve çok yorulmadan çalıştığınız bir işiniz, sorunsuz bir aile hayatınız var. Yaşamınızı sağlıklı bir şekilde sürdürmek için de birçok önlem alıyorsunuz. Ama tüm bunlara rağmen kendinizi sürekli yorgun hissediyor, sık sık üst solunum yolu enfeksiyonu geçiriyor, bir türlü iyileşemiyorsunuz. Tüm bu sağlık sorunlarının nedeni D vitamini eksikliği olabilir. 

Peki vücudunuzun ihtiyacı olan D vitaminini almanın yolunun güneş ışığının yanı sıra; kefir, yumurta ve balık gibi besinleri tüketmekten geçtiğini biliyor musunuz? Memorial Hizmet Hastanesi Dahiliye Bölümü'nden Uz. Dr. Hicran Özsemir, D vitamini eksikliğinin belirtileri ve alınması gereken önlemler hakkında bilgi verdi.

Her 10 yetişkinden 9'unda D vitamini eksikliği var

Kemik sağlığından ruh sağlığına kadar pek çok faydası bulunan D vitamini, bağışıklık sistemini güçlendirerek vücudu hastalıklara karşı korumaktadır. Vücudun tek handikabı ise 200'den fazla gen üzerinde etkisi bulunan D vitamini kendisinin üretememesidir. Dışarıdan alınması gereken D vitaminin en kolay ve en ekonomik kaynağı güneş ışıklarıdır. Ancak ülkemizde bilinçli ve yeterli güneş ışıkları alınmamaktadır. Bu nedenle de Türkiye'de yaşayan her 10 yetişkinden 9'unda D vitamini eksikliği bulunmaktadır.

Emziren anneler ve koyu ten rengi olanlar daha çok risk altında

Genç ve orta yaş döneminde hiçbir belirti vermeyen D vitamini eksikliği ilerleyen yaşlarda belirti vermeye başlamaktadır. En fazla eksiklik


  • Emziren annelerde
  • Koyu ten rengine sahip olanlarda
  • Güneş kremi kullanmadan dışarı çıkmayanlarda
  • İleri yaştakilerde
  • Kolesterol veya sürekli ilaç kullananlarda
  • Romatizma ve diyabet hastaları ile karaciğer ve böbrek yetmezliği olanlarda görülmektedir.


Kış güneşinden de D vitamini alabilirsiniz

D vitamininin en önemli kaynağı yaz aylarında olduğu gibi kış aylarında da güneş ışıklarıdır. Mart-Nisan aylarında en düşük seviyededir. Yılın geri kalan tüm aylarında günün 11.00 ile 15.00 saatleri arasında yeterli güneş ışıkları alan vücut, D vitaminini rahatlıkla sentezlemektedir. Vücudun yeterli miktarda D vitamini alabilmesi için yaz aylarında 10-15 dakika yeterliyken kış aylarında bu süre güneş ışığının miktarına göre değişiklik göstermektedir. Yeterli güneşin alındığını güneşe maruz kalan derinin pembeleşmesi ile anlayabilmek mümkündür. Güneş ışıklarının dışında ayran, kefir, peynir, yoğurt, tereyağı, ton balığı, somon, uskumru, istridye, balık yağı, karaciğer, yumurta sarısı, tatlı patates ve mantar en önemli D vitamini kaynağıdır.

D vitamini eksikliğinin 9 belirtisine dikkat!

1-Grip ve nezleniz geçmiyorsa: D vitamininin doğal bağışıklık sistemi içinde önemli bir rolü bulunmaktadır. Sürekli nezle grip oluyorsanız, iyileşme süreciniz çok uzuyorsa D vitamini eksikliği yaşıyor olabilirsiniz. Astım ve kronik akciğer hastasıysanız D vitamini eksikliği bu rahatsızlıkları daha fazla yaşamanıza neden olur. Bu nedenle en kısa zamanda bir doktora başvurmalısınız.

2-Sık sık ishal oluyorsanız:D vitamini yağda çözünebilir bir vitamin olduğu için sindirim ve boşaltım sistemlerinin sağlıklı bir şekilde çalışmasına destek olur.Eksikliği mide-bağırsak sisteminin yağ emme kabiliyetini kısıtlayarak bu bölgelerde sorunlarının yaşamasına neden olur. Herhangi bir zehirlenme ya da bir ilacın yan etkisinden kaynaklanmayan ishal D vitamini eksikliği olabilir.

3-Kafanız aşırı terliyorsa: Baş boyun çevrenizde birden bire başlayan ve sosyal rahatsızlığa neden olan terlemeyi hafife almayarak mutlaka doktor kontrolüne gidin. Çünkü bu terlemenin sebebivücutta sıcaklığın artmasını neden olan D vitamini eksikliği olabilir.

4-Nedensiz bir depresyona girdiyseniz: Hiçbir sorun yaşamadığınız bir iş ve bir aile hayatınız var ama siz kendinizi sürekli mutsuz, hüzünlü ve üzgün hissediyorsunuz. Bu nedensiz depresyonun sebebi beyinde üretilen ve ruh halinin düzenlenmesinde önemli etkisi bulunan serotonin seviyesinin D vitamini eksikliğine bağlı olarak düşmesi olabilir. Beyninizin sağlıklı çalışarak düzenli bir mutluluk hormonu salgılanması için D vitamini eksikliğini giderin.

5-Saçlarınızın dökülmeye başladıysa: Hem kadınlar hem de erkekler için önemli olan saç, çeşitli nedenlerle dökülebilmektedir. Bu dökülmelerin bir nedeni de D vitamini eksikliği olabilir. Bu nedenle saçlarınız her zamankinden fazla dökülüyorsa mutlaka D vitamininizi ölçtürün.

6-Kollarınızı kaldıracak gücünüz yoksa: Yorulmadan çalışıyorsunuz, evde oturuyorsunuz ama kolunuzu kaldıracak gücünüz bile yok. Bu güçsüzlüğün sebebi vücuttaki tüm kasların sağlıklı ve güçlü olmasını sağlayan D vitamini eksikliği olabilir.

7-Sık sık karıncalanma, kramp giriyorsa: Günlük hayatınızda yaptığınız oturmak, kalkmak ve yatmak gibi basit hareketler de bile bacağınızda, kollarınızda kasılmalar, uyuşmalar, karıncalanmalar meydana geliyor, kramplar giriyorsa bu D vitamininizin eksik olduğunu gösterir. Kaslarınızın işlevlerini doğru bir şekilde yerine getirebilmesi için yeterli miktarda D vitamini alın.

8-Kemik ağrılarınız bitmiyorsa: Güneş ışıklarının kış aylarında daha az görülmesi önlem almayan kişilerde D vitamini eksikliğine neden olmaktadır. D vitamini eksikliği kemik erime riskini kat kat artırırken açıklanamayan kemik ağrılarına da neden olmaktadır. Bu nedenle sırtınız, belinizde veya vücudunuzun başka bir bölümündeki kemik ağrıları D vitamini eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir.

9-Çocuğunuzun boyu uzamıyorsa: D vitamini, gelişme çağında olan çocuklar için de çok önemlidir. Çocuğunuz yaşıtlarına göre gelişme geriliği yaşıyorsa mutlaka bir doktora başvurarak D vitamini seviyesini ölçtürün. Çünkü D vitamini eksikliği olan çocuklarda raşitizm, x bacak ve boy uzama hızında yavaşlama görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkinlerde ise "osteomalazi" denilen kemik yumuşaması rahatsızlığına neden olmaktadır.

Bitkisel proteinler yaşam süresini uzatıyor mu?

Türkiye'nin sağlıklı yaşam ve beslenme alanında ilk bilimsel dijital bilgi platformu "Bilim Bunu Konuşuyor" ile en güncel ve doğru bilgileri kamuoyuyla paylaşan Sabri Ülker Vakfı, bu kez hayvansal ve bitkisel protein alımının yaşam süresine etkisini değerlendiren güncel bir araştırmayla, gündeme taşınan konuyu masaya yatırıyor.

Sabri Ülker Vakfı, kurulduğu 2009 yılından bugüne, gıda, beslenme ve sağlıklı yaşam bilincinin gelişmesine katkı sağlamak, topluma bu konulardaki en doğru, güncel ve bilimsel bilgiyi aktarmak hedefiyle çalışmalarını sürdürüyor. Vakıf, özellikle sağlık ve beslenme alanında yaşanan bilgi karmaşasının önüne geçmek için Türkiye'nin sağlıklı yaşam ve beslenme alanında ilk bilimsel dijital bilgi platformu "Bilim Bunu Konuşuyor" ile sağlık ve beslenmeyle ilgili gündemdeki konuları, bilimsel ve en güncel bilgileri tarafsız bir yorum ve anlaşılır bir dille kamuoyuyla paylaşıyor. Vakıf, "Bilim Bunu Konuşuyor" platformunda bu kez, bitkisel ve hayvansal kaynaklı proteinlerin tüketimi konusunu tartışmaya açıyor.

Karbonhidrat, protein ve yağların yeterli ve dengeli beslenmedeki yeri ve günlük gereksinimleri bilinen bir konu. Bununla birlikte farklı karbonhidrat, yağ ve protein türlerinin sağlığa etkileri ve tüketim miktarları konusu ise halen tartışılmaya devam ediyor. Hayvansal ve bitkisel protein alımının yaşam süresine etkisini değerlendiren güncel bir araştırma, "Hayvansal ve bitkisel protein kaynakları ne kadar tüketilmeli" sorusunu yeniden gündeme taşırken bir yandan da tartışmaları beraberinde getiriyor. Peki, beslenme ve sağlık otoriteleri bitkisel ve hayvansal kaynaklı proteinlerin tüketimi konusunda ne öneriyor?

Araştırma sonuçları ne söylüyor?
Yaşları ortalama 49 olan, 46 binden fazla erkek ve 85 binden fazla kadının 32 yıl süreyle izlendiği araştırmada; her dört yılda bir bireylerin besin tüketim sıklıkları bir kez sorgulanarak, hayvansal ve bitkisel protein tüketimleri belirlendi ve yaşam tarzına ek olarak tıbbi bilgileri de ayrıca incelendi. Sonuçta bireylerin, hayvansal protein alımının günlük toplam enerjiye katkısının yüzde 14 (yüzde 9-yüzde 22) olduğu bulundu. Araştırmada hayvansal protein alımı yüksek olan bireylerde kalp damar hastalıklarına bağlı ölüm riskinin de arttığı görüldü. Ancak bu bireylerde sigara kullanımı, şişmanlık, sedanter yaşam (hareketsiz yaşam) gibi kalp damar hastalıklarına yol açabilecek yaşam tarzı etmenlerinden en az birinin mevcut olduğu da belirtiliyor. Kalp damar hastalıkları açısından risk oluşturan yaşam tarzı etmenlerinden herhangi biri bulunmayan bireylerde ise yüksek hayvansal protein alımıyla yaşam süresi arasında bir ilişki ise bulunmadı.

Araştırmada, bireylerin bitkisel protein alımının günlük toplam enerjiye katkısının yüzde 4 (yüzde 2-yüzde 6) olduğu, bitkisel protein tüketimi yüksek olan bireylerin aynı zamanda sağlıklı bir yaşam tarzını benimsediği ve dolayısıyla ölüm riskinin daha düşük olduğu tespit edildi. Hayvansal proteinden gelen enerjinin yüzde 3'ünün, bitkisel proteinlerden karşılanacak şekilde azaltılmasının tüm nedenlere bağlı ölüm riskini azaltabileceği de araştırmanın diğer sonuçlarından biri olarak öne çıktı.

Araştırmanın sonuçları nasıl değerlendirilmeli?
Sigara, yetersiz fiziksel aktivite ve şişmanlık gibi etmenlerin yaşam süresinin kısalmasında rol oynadığının tespit edildiği araştırmada, yüksek bitkisel protein alımı ile yaşam süresi arasındaki pozitif ilişkinin, yetersiz aktivite gibi olumsuz yaşam tarzı etmenlerinden en az birine sahip olan bireylerde daha belirgin bulunması beklenebilir bir durum. Dolayısıyla, şişman ve sigara kullanan bireylerde, yüksek hayvansal protein tüketimi ile ölüm riski arasındaki pozitif ilişkinin daha belirgin bulunması da normal karşılanabilir. Araştırmacılar, sağlıklı bir yaşam tarzı söz konusu değilse hayvansal protein tüketiminin ve özellikle de hedef gösterilen kırmızı et ve işlenmiş et tüketiminin bitkisel kaynaklarla değiştirilmesinin ölüm riskinde zannedildiği kadar önemli bir fark yaratmayabileceğini de belirtiyor.

Otoriteler ne diyor?
Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA), yetişkinler için güvenilir, günlük protein gereksinimini vücut ağırlığı başına 0.8 gram, bebek, çocuk ve adolesanlar için ise 0.8-1.3 gram olarak belirlemiştir.

Sağlık otoriteleri yeterli ve dengeli beslenme ve sağlığın sürdürülmesi için ihtiyaç duyulan protein alımının ne olduğunu belirtmekte, ancak bunun ne kadarının hayvansal ne kadarının bitkisel kaynaklardan sağlanması gerektiğine dair kesin bir öneride bulunmamaktadır. Ancak bitkisel veya hayvansal kaynaklı besinlerin içerdiği protein miktarları (gram/100g besin) aynı olsa da özellikle içerdikleri elzem amino asit türleri ve miktarları farklılık göstermektedir. Besinlerdeki proteinlerin, hangi elzem amino asitleri içerdiği ve içerdiği toplam elzem amino asit miktarı, proteinin vücutta kullanımını ve dolayısıyla protein kalitesini etkilemektedir. Et, balık, yumurta ve süt ürünleri gibi hayvansal protein kaynaklarının içerdiği elzem aminoasitler ve vücutta kullanımı; tahıl, kurubaklagil ve yağlı tohumlar gibi bitkisel protein kaynaklarından daha yüksektir.

Baklagiller de etler gibi yüksek protein içeren bitkisel besinlerdir. Ancak yumurta, et ve süt gibi hayvansal kaynaklı besinlerdeki proteinlerin sindirilebilirliği yüzde 91-100 iken baklagillerdeki proteinlerin sindirilebilirliği yüzde 69-90 arasında değişmektedir. Hayvansal kaynaklı proteinlerin hem sindirilebilirliği hem de elzem amino asit içerikleri nedeniyle vücut proteinlerine dönüşebilirliği daha yüksektir.

Besin çeşitliliği sağlamak önemli
Sonuç olarak yaş gruplarına göre güvenilir günlük protein gereksinimleri belirlenmiştir. Ancak bu ihtiyacın ne kadarının hayvansal ve bitkisel proteinlerden karşılanması gerektiğine yönelik kesin bir öneri mevcut değildir. Hayvansal kaynaklı proteinlerin vücutta kullanımı ve elzem amino asit içeriği bitkisel kaynaklı besinlerden yüksektir. Ancak bitkisel kaynaklı besinler yeterli ve dengeli beslenmenin temel bileşenleri olan karbonhidrat, posa, vitamin ve minerallerin önemli bir kaynağıdır. Hayvansal kaynaklı besinlerin bileşimindeki yağ baskın olarak doymuş yağ asitlerinden oluşmaktadır.

Dolayısıyla bitkisel protein kaynaklarına ağırlık vermek, diyetin protein kalitesinin azalmasına, hayvansal protein kaynaklarına ağırlık vermekse, doymuş yağdan zengin ancak posadan sınırlı bir beslenmeye yol açabilir. Yeterli ve dengeli beslenmede, süt ve süt ürünleri, et, tahıl, kurubaklagil, sebze –meyve grubundan yer alan tüm besinlerden tüketmek ve besin çeşitliliğini sağlamak önemlidir. Besin çeşitliliği sağlanacak şekilde tüm besin gruplarından ihtiyaç duyulan kadar tüketildiğinde hem günlük protein gereksinimi karşılanabilir hem de hayvansal ve bitkisel protein alımı arasındaki denge korunabilir. Yeterli ve dengeli beslenme, sağlıklı bir yaşam tarzı ile desteklenirse yaşam süresi de uzayabilir.

21 Kasım 2018 Çarşamba

Kadınları “hayattan soğutan” sorun

Kadınlar için sosyal sonuçları nedeniyle en önemli sorunlardan biri olan idrar kaçırma markete gitmekten gezmeye gitmeye kadar tüm sosyal hayatı etkileyebiliyor. 

Türkiye'de 40 yaş ve üzeri her 4 kadından biri, yani 2,7 milyon kadın bu durumla gizli kapaklı yaşamaya çalışıyor. Acıbadem Taksim Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Ebru Dikensoy, idrar kaçırmanın yarattığı psikolojik sorunların yanı sıra enfeksiyonlar gibi fizyolojik problemlere de neden olabildiğini hatırlatıyor. Ancak bu durum oldukça basit şekilde tersine çevrilerek çözüme kavuşturulabiliyor...

Öksürme, hapşırma, gülme ya da yerden bir şey kaldırma gibi durumlarda istemsiz olarak idrar kaçırma stres inkontinansı olarak tanımlanıyor. Sorun, idrar kesesinde ya da rahimde olan sarkmalardan kaynaklanıyor. Mesane aşağıya doğru sarktığı için idrar yollarıyla olan açısı değişiyor ve hasta daha kolay idrar kaçırmaya başlıyor. Eğer kadının günlük yaşamı etkileniyor, sosyal yaşamı kısıtlanıyor ya da ped kullanmak zorunda kalıyorsa, mutlaka çözüm bulması gerekiyor. Çünkü bu durum sadece fizyolojik olmaktan çıkarak daha önemli bir hal alıyor. İdrar kaçırmanın tehlikeli olmamakla birlikte kadını ciddi şekilde yıprattığını söyleyen Acıbadem Taksim Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Ebru Dikensoy, idrar kaçırma problemi olan kadınlarda özgüven kaybı, cinsel aktivitede azalma ve depresyona eğilimin de artabildiğini söylüyor. Ancak hiçbir kadın bu şekilde yaşamak zorunda değil. Hatta günümüz şartlarında bu durumu tamamen tersine çevirmek hiç de zor değil.

En önemli etken hamilelik ve doğum

Stres inkontinansına neden olan kasların zayıflamasına genellikle vajinal doğumlar, gebelikler ya da kilo alımı etken oluyor. Ancak bazen sarkma görülmese bile kadında yapısal olarak bağ dokuları gevşek olabiliyor. Mesane ile idrar kesesi arasındaki açı değişiyor. Sorun genellikle 40'lı yaşlardan sonra ortaya çıkıyor. Çünkü bağ dokusuna destek olan östrojen düzeyi bu yaşlarda ve özellikle menopoz sonrasında azalıyor.

Doğuma bağlı olarak ortaya çıkan idrar kaçırma sorununda ise iri bebek doğurmak, zorlu ve doğumun uzun sürmesi etken oluyor. Doğumda perine (karın) kasları geri dönüşümsüz olarak zarar görebildiği için sık doğum yapmış olmak, sancı çekerek sezaryene gitmek de sarkma nedenleri arasında yer alıyor. Bununla birlikte idrar kaçırma doğumun hemen sonrasında olabileceği gibi yıllar sonra da görülebiliyor. Dolayısıyla önlem almak adına doğum sonrasında pelvik kasları güçlendirmeye yönelik olarak "Kegel egzersizleri" öneriliyor.

Oluşan açıyla birlikte rahimde sarkma yaşanması, geçirilmiş idrar yolu enfeksiyonu riskini de artıyor. Ayrıca kilolu kadınlarda rahim içi basıncı çok yükseldiğinden, sarkma olmadan bile, idrar kesesine yaptığı bası nedeniyle öksürme ya da hapşırma sonrasında idrar kaçırma görülebiliyor. Kabızlık, astım, KOAH gibi kronik durumlarda da öksürüğe bağlı karın içi basınç arttığından idrar kaçırma yaşanabiliyor. Kadının hem fizyolojik, hem de psikolojik olarak etkilemesinden dolayı sorunun boyutunun da büyüdüğünü hatırlatan Dr. Ebru Dikensoy, "Sosyal problemlerin yanı sıra, enfeksiyonlara de neden olabileceği için mutlaka tedavi edilmesi gerekiyor" diyor.

Günübirlik bir işlemle tedavi edilebiliyor

Kadının utanma duygusundan dolayı hekime gitmeyi geciktirdiği stres inkontinansı aslında son derece kolay şekilde tedavi edilebiliyor. Mesaneyi asma ameliyatlarıyla ağrısız, dikişsiz ve hastanede yatmayı gerektirmeyen yöntemlerle aynı gün içinde kesin çözüme ulaşmanın mümkün olduğunu belirten Kadın Hastalıkları Doğum Uzmanı Doç. Dr. Ebru Dikensoy, şunları anlatıyor: "Öncelikle hasta jinekolojik olarak muayene edilerek rahimde sarkma olup olmadığı tespit ediliyor ve doğum hikayesi varsa bunlar ayrıntılı şekilde sorgulanıyor. Aynı zamanda enfeksiyon olup olmadığı da araştırılarak kesin neden ortaya çıkarılıyor. Sarkma tespit edilirse de direkt olarak TOT (transobturatuar tape) denilen mesane asma ameliyatı uygulanıyor. Hastanede yatış gerektirmeyen, dikişsiz ve ağrısız ameliyatlarla oldukça yüz güldürücü sonuçlara ulaşılabiliyor. Uygulandıktan sonra da sosyal hayatları tamamen normale dönüyor, yaşam kalitesi artıyor."

Kadının kilo vermesi, kasıklara yönelik Kegel egzersizlerinin de düzenli olarak yapılmasıyla pelvik kasları güçlendirilerek olası bir idrar kaçırma problemi engellenebiliyor.

Beslenmede dikkat edilmesi gereken 7 kural

Sağlıklı bir vücut için beslenme önemli bir yer tutarken, siroz veya kronik karaciğer hastaları için doğru beslenme hayati önem taşıyor. Sağlıklı kişilere göre neredeyse 2 misli enerji ve proteine ihtiyacı olan kronik karaciğer hastalarının basit şeker, hazır market ürünleri ve fast food beslenme tarzından uzak durması gerekiyor. 

Memorial Şişli Hastanesi Gastroenteroloji Bölümü'nden Doç. Dr. Oya Yönal, karaciğer hastalıklarında beslenmenin önemi ve tüketilmesi gereken gıdalar hakkında bilgi verdi.

Beslenme bozukluğu karaciğer komasına yol açabilir

Gıdaların ince bağırsaklarda sindirim ve emiliminden sonra kan yoluyla doğrudan ulaştığı karaciğer, kan kimyasının düzenlenmesi ve vücut beslenme dengesinin kurulmasında birinci role sahiptir. Bağırsaklardan gelen maddelerden yaşayabilmek için gerekli protein, şeker, kolesterol ve vitamini üreten karaciğer bu maddelerin metabolizmasında merkezi rol oynamaktadır. Siroz başta olmak üzere kronik karaciğer rahatsızlıklarında, kan kimyasında yaşanan sorunlarla birlikte yaygın olarak beslenme bozukluğu görülmektedir. Beslenme bozukluğunu kontrol altına alamayan hastalarda karaciğer koması ve enfeksiyon riski yaşanabilmektedir.

Hızlı kilo vermek de karaciğeri yağlandırıyor

Beslenme bozukluklarının nedenleri arasında; yetersiz gıda alımı, emilim sorunları, protein sentezinde azalma, yağ oksidasyonunda artma, insülin direnci ve enerji kaybının artması gelmektedir. Siroz gelişmemiş kronik karaciğer hastalarının bilinen dengeli beslenme kurallarına uymaları yeterlidir. Günde 0,8-1 gr/ağırlık protein, 30-35 kalori/ ağırlık enerji almaları gereken yetişkin hastaların gereksiz ilaç kullanımından ve özellikle alkolden uzak durmaları gerekmektedir. Aşırı kilolu ve obez kişilerde karaciğer yağlanması gelişebileceği gibi hızla kilo vermek de aynı etkiye neden olabilmektedir.

Enerjiniz düşmesin

Siroz hastalarının enerji gereksinimi sağlıklı insanlardan %50 oranında daha fazladır. Sağlıklı bir erişkin günde 1500-2000 kalori alırken, sirozlu erişkinlerin 2300-3000 kalori alması gerekmektedir. Karaciğer hastasının günlük enerjinin yarısı karbonhidrat olarak adlandırılan basit ve bileşik şekerlerden, üçte biri yağlardan ve geri kalanı proteinlerden gelecek şeklide hesaplanmalıdır. Karında su toplanması, yaygın şişlikler ve kanda tuz miktarının azalması durumlarında su ve tuz kısıtlaması uygulanmalıdır. Bu hastaların düzenli idrar söktürücü kullanmaları ve poliklinik kontrollerini yaptırmaları gerekmektedir. Tuz tüketiminde 1-2 gram aşılmamalıdır.

Beslenmede dikkat edilmesi gereken 7 kural


  • Enginar: A ve B vitaminlerinden zengindir. İdrar sökücü ve antioksidan özelliği bulunan enginar karaciğer hastalığının ilerlemesini yavaşlatabilir.
  • Multivitamin desteği: Kronik karaciğer hastalarına antioksidan ve Multivitamin preperatlarının verilmesi önem taşımaktadır.
  • Bulgur ve baklagiller: Çay şekeri, çikolata, bal, reçel, kola, gazoz gibi basit şekerli gıdalar az tüketilmelidir. Basit şekerler kan şekerinin hızlı yükselip düşmesine neden olur. Bunun yerine kan şekerinde ılımlı yükselmeye neden olan ve kan şekerinin uzun sürede istenen düzeyde kalmasını sağlayan bileşik şekerli gıdalar önerilir. Karaciğer hastalarında makarna, bulgur, sebzeler, baklagiller, sütlü tatlılar, bulgur pilavı gibi bileşik şeker içeren gıdalar önerilir.
  • Hazır gıdalar: Fastfood, hazır market ürünleri, sosis, sucuk, salam tüketimi kronik karaciğer hastalarının uzak durması gereken gıdalar arasındadır.
  • Et ve yumurta: 1 yumurta büyüklüğündeki et, bir yumurta ve 4 yemek kaşığı bakliyata eşdeğerdir. Beslenme de değişim bu oranlar göz önüne alınarak yapılmalıdır.
  • Süt ürünleri: 1 su bardağı süt, bir su bardağı yoğurt, bir kibrit kutusu peynir ve 2/3 kibrit kutusu kaşar peyniri eşdeğerdir. Yoğurt tüketilen gün karşılık gelen süt veya peynir azaltılmalıdır.
  • Tahıllar: 2 dilim ekmek, 4 yemek kaşığı makarna, pirinç pilavı ve bulgur pilavına eşdeğerdir. Günlük denge bu oranlara göre ayarlanmalıdır.
  • Kronik karaciğer hastaları ve özellikle siroz hastalarında özel beslenme programı düzenlenmelidir. Sağlıklı bireylere göre bir buçuk misli enerji ve protein gereksinimleri olan karaciğer hastalarının gereksiz yere protein ve diyet kısıtlamasına yönelmesi beslenme yetersizliğine ve hastalığın ilerlemesine neden olabilmektedir.

Kalitesiz uyku vücuttaki tüm dengeyi bozuyor

Sağlıklı uyku sadece beyin için değil vücuttaki her organ için oldukça önemli. 

Sağlıklı bir uyku olmadığında vücuttaki tüm sistemlerde bozuklukların ortaya çıkabildiğini belirten Anadolu Sağlık Merkezi Nöroloji Bölümü Direktörü Prof. Dr. Yaşar Kütükçü, "Uzun süreli kalitesiz uyku düzeni ve özellikle uyku apnesi gibi oksijen düşüklüğüne neden olan durumlar hipertansiyon ve kalp hastalıklarına neden olabilir. Bu durum fark edilmez ve tedavi edilmezse kalp ve akciğer yetmezliği hatta ani ölümlerle sonuçlanabilir" açıklamasında bulundu.

Uyku bozuklukları dışarıdan bakıldığında ilgisiz gibi görünen birçok sorunun ve hastalığın altında yatan neden olabiliyor. Tek başına uykusuzluğun belli bir süreden sonra beyin için büyük bir stres ve yorgunluk kaynağı olduğunu söyleyen Anadolu Sağlık Merkezi Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Yaşar Kütükçü, "Depresyon, anksiyete, öğrenme ve konsantrasyon bozuklukları başlar. Hasta uykusuzluk çekeceğim korkusu ile yattığında ise bir kısır döngüye girer ve sorun gittikçe uzar" dedi. Hastanın uyku sırasında yaşadığı uyku apnesi, periyodik bacak hareketleri, uyku davranış bozuklukları gibi durumların ise uykunun kalitesini bozduğunu anlatan Prof. Dr. Kütükçü, "Bu durum hastanın yorgun uyanmasına, gündüz uyuklamasına, bellek bozuklukları ve baş ağrısına, cinsel isteksizliğe, gece sık idrara çıkma gibi sorunlara da yol açabilir" diye konuştu.

Uyku apne sendromu her kiloda görülebilir

Yaygın kanının aksine sadece kilolu kişilerde değil zayıflarda da uyku apne sendromunun görüldüğünü belirten Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Yaşar Kütükçü, "Özellikle anatomik olarak boyun çapı geniş, çenesi küçük, bademcikleri ya da küçük dili büyük ya da son zamanlarda hızlı kilo almış kişilerde uyku apne sorunu görülebilir. Uykuda davranış bozuklukları yani parasomniler ise çocuklarda daha sık olmakla birlikte herkeste görülebilir" şeklinde konuştu.

Uyku check-up'ı sorunları çözebilir

Uyku check-up'ı hakkında da bilgi veren Prof. Dr. Yaşar Kütükçü, "Öncelikle hasta bir nörolog tarafından dinleniyor ve muayene ediliyor. Hastanın uyku ile ilgili olabilecek şikayetleri göz önüne alınarak 'polisomnografi' denilen bir gecelik uyku incelemesine alınıyor. Hastanın uykusu klinikte özel olarak hazırlanan odada tüm gece elektrodlar yardımıyla değerlendiriliyor. Bu araştırma ile uyku sırasında hastanın varsa yaşadığı sorunlar tespit edilip tedavi sürecine başlanıyor" dedi.

Sağlıklı bir uyku için öneriler

Sağlıklı bir uyku için uyku hijyeninin önemli olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Yaşar Kütükçü, "Öncelikle uyku saatleri bir düzene oturtulmalı ve tatiller de dahil olmak üzere aynı saatlerde yatıp kalkılmalı" dedi. Uyku süresi ihtiyacının kişiden kişiye göre değiştiğini ve uzun uykucular ya da kısa uyuyanlar gibi bir ayrım olmakla birlikte en az 6-7 saatlik bir uykunun gerekli olduğunu belirten Prof. Kütükçü, sağlıklı bir uyku için şu önerilerde bulundu:

  • Yatak odası serin ve karanlık olmalı.
  • Sadece uyku geldiğinde yatağa gitmek, yatakta çalışmamak, yemek yememek ya da düşünmek için yatakta yatılmamalı.
  • Uykunuz kaçtığında hemen kalkıp daha sakinleştirici bir şeyler yapıp uykunuz gelince yatağa dönmek daha rahat uykuya dalmayı sağlar.
  • Uykudan 2-3 saat öncesinde egzersiz yapılmamalı, sigara ya da kafeinli içecekler içmemeli ve ağır yemekler yenmemeli.
  • Uykuyu en sık bozan etkenlerden biri de strestir. Bunun için gece rahatlayıcı bir aktivite sonrası uyumak ve baş edilemeyen stresli dönemlerde ise vakit kaybetmeden bir psikiyatriste görünmek önemli.

Daima genç bir cilt için neler yapılmalı?

Bugünlerde cilt sağlığı için önlem almanın tam zamanı. İstanbul Aydın Üniversitesi VM Medical Park Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Ahu Çiler Çıkım, pek çok kişide en sık rastlanan cilt sorunlarının başında gelen güneş lekeleri ve çillerin oluşmasını engellemek ya da artmasını önlemek için önerilerde bulundu.

Özellikle bahar ve yaz aylarında ortaya çıkan cilt lekeleri, genellikle melanositlerin sayı ve fonksiyonlarındaki artışın bir sonucudur. Çoğu kez zararsız bir durum olmasına rağmen bazen altta yatan önemli bir hastalığın göstergesi de olabilir. Yüzde yerleştiğinde, kozmetik ve psikososyal sorun oluşturarak yaşam kalitesini kötü yönde etkiler. İstanbul Aydın Üniversitesi VM Medical Park Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Ahu Çiler Çıkım, ciltte lekelenmeye neden olan tablolar arasında en sık gebelik maskesi olarak da bilinen melazma, postinflamatuar hiperpigmentasyon (cilt koyulaşması), güneş lekesi (lentigo) ve çiller hakkında bilgiler verirken alınması gereken önlemler konusunda da şu uyarılarda bulundu:

EN SIK RASTLANAN LEKE MELAZMA

Ciltte en sık lekelenmeye neden olan tablo melazmadır. Genetik yatkın olan kişilerde güneş gören bölgelerde özellikle güneşe maruz kalmak ile ortaya çıkan çoğunlukla yüzü, nadiren de boyun ve ön kolları etkileyen yaygın bir tablodur. Ayrıca gebelik, doğum kontrol hapları, bazı kozmetik ürünler, epilepsi ilaçları, tiroid hastalıkları da diğer sebepler arasındadır. Tedavisi hastalığın kronik ve tekrarlayıcı özelliğinden dolayı zordur. Hastaların güneş ışınlarından mümkün oldukça kaçınması, düzenli aralıklarla güneşten koruyucu kremler kullanması gerekir. Daha önceki gebeliklerinde melazma gelişen kadınların özellikle güneşten korunma konusunda daha dikkatli ve özenli olması gerekir. Bu kişilerin gebelik sonrasında da doğum kontrol ilaçlarını kullanmaması, bu tabloya sebep olabilecek kozmetik ürünlerden kaçınmaları önerilmelidir. Melazma tedavisinde cilt doktorları tarafından reçete edilebilen krem tedavileri, kimyasal soyma işlemleri ve lazer tedavileri uygulanabilir. Fakat hangi tedavi kullanılırsa kullanılsın tedavi süresince ve sonrasında güneş koruyucu kremlerin düzenli kullanımı hem tedaviye destek sağlayacak hem de tekrarlama ihtimalini azaltacaktır.

Postinflamatuar hiperpigmentasyon (cilt koyulaşması), deride bir hasarlanmaya bağlı olarak özellikle koyu ten rengi olan kişilerde gözlenen bir durumdur. Sedef, dermatit, liken hastalığı gibi çeşitli deri hastalıkları, enfeksiyonlar, alerjik reaksiyonlar, deriye uygulanan travmalar, tedaviye yönelik girişimler, yanıklar ve ilaç reaksiyonları deride pigment fazlalığına yol açarak postinflamatuar hiperpigmentasyona neden olur.

GÜNEŞ LEKESİ HER YAŞTA GÖRÜLEBİLİYOR

Güneş lekesi, yani 'lentigo' her yaşta görülebilir. Özellikle yüz, omuzlar, sırt, göğüs ve el dış kısımlarda ve açık tenli kişilerde görülen çillerle karışan bir tablodur. Çilden daha koyu renkli ve daha büyüktür. Yaz kış deride kalır. Yaz aylarında rengi koyulaşır. Ani güneş yanıklarından sonra açık tenli kişilerde görülmesi sıktır. Kansere dönüşmez. Fakat lentigo, 'maligna' olarak adlandırılan deri kanserleriyle karıştırılabilir. Tedavi öncesinde özellikle cilt doktorları tarafından bilgisayarlı dermoskop denen cihazlarla ayırımı yapılmalıdır. Tedavide lazer sistemleri kullanılmaktadır.

Çiller ise sarışın, kızıl gibi açık tenli kişilerde özellikle çocukluk yaşlardan itibaren, güneşle temas eden cilt bölgelerinde görülen açık kahverengi renk değişiklikleridir. Güneş lekelerinden (Lentigo) farkı yaz aylarında koyulaşır ve kış ayında nerede ise kaybolur.

ÇOCUKLARA EKSTRA KORUMA GEREKİYOR

Kişiler ömürleri boyunca aldıkları toplam UV ışınının yarısını 20 yaşa kadar alırlar. Bu nedenle çocukların güneşten korunması çok önemlidir. Gün ortasında 1 saatte tüm gün içinde alınacak UV'nin yüzde 20-30'u alınmaktadır. Gündüz 09.00-15.00 saatleri arasında ise tüm gün alınan UV'nin yüzde 75'i alınmaktadır. Sıcak, rutubet ve ultraviyole ışınlarının zararlı etkilerinden korunmak için özellikle saat 11.00-16.00 arasında dışarda bulunmamak gerekir. Koruyucu yağlar ve kremler güneşe çıkmadan yarım saat önce sürülmeli ve her 2 saatte bir, ayrıca yüzdükten ve terledikten sonra tekrarlanmalıdır. En az 30 koruma faktörlü olan güneş koruyucular tercih edilmelidir. Küçük yaştan itibaren çocuklarımızı güneşin zararlı etkilerine karşı bilinçlendirmeli ve güneş koruyucu alışkanlığı kazandırmalıyız.

TEN AÇILDIKÇA ÖNLEM ARTMALI

Güneşe karşı nasıl korunmamız gerektiğini belirlemede cilt tipi büyük bir önem taşır. Güneşin zararları açısından en fazla riski, beyaz tenliler, kızıllar ve hiç bronzlaşamayan ya da güneşe çıktıkça deri yanıklarıyla sonuçlanan cilt tipleri taşır. Bu nedenle açık tenli renkli gözlü kişilerin özellikle daha dikkatli olması gerekir. Fakat son zamanlarda ozon tabakasındaki azalmalardan dolayı esmer tenlilerde de yanıklarla karşılaşma olasılığı artmıştır.

ÇEVRESEL YAŞLANMAYA TEDBİR ALABİLİRSİNİZ

Sağlıklı bir cilt, sağlıklı bedenin yansımasıdır. Hava kirliliği, mevsimsel ve hormonal değişiklikler, aşırı stres, yaşam tarzı (bilgisayarlı ortamlar, televizyon, elektrikli aletler) gibi faktörler nedeniyle vücut belli bir stres ortamına girer. İşte böyle ortamlarda cilt yavaş yavaş yaşlanmaya başlayacaktır. İki türlü yaşlanma vardır, genetik ve çevresel yaşlanma. Genetik yaşlanmanın önüne geçilemez, fakat çevresel yaşlanmayı geciktirmek aşağıdaki önlemlerle mümkündür.

GENÇ VE SAĞLIKLI BİR CİLT İÇİN ÖNERİLER

Cildimizi uzun süre genç ve sağlıklı tutabilmek için bu yöntemleri uygulayabiliriz;

Günde en az 2 litre su için: Günde en az 2 litre su içmek hem sindirim sisteminiz için çok faydalıdır hem de cildin nem kazanması, kurumaması için gereklidir.

Her cildin neme ihtiyacı vardır: Yüzünüzü ılık suyla yıkamayı tercih edin, yıkadıktan sonra cilt yapınıza ve yaşınıza uygun bir nemlendirici kullanın.

Güneş kremi kullanın: Güneş kremi ile beraber geniş kenarlıklı şapkalar güneşten korunmanıza yardımcı olacaktır.

Stresten uzak durun: Stres sadece cilt için değil tüm vücut sağlığı için kötüdür. Mutlu olun; yüz ifadeniz, gözünüzdeki ışık ve cildiniz çok daha güzel olacaktır.

Düzenli uyuyun: Uyku sırasında tüm organlarımız gibi cildimiz de dinlenir ve yenilenir, yeniden enerji kazanır. Günde en azından 6-7 saat uyuyun.

Düzenli egzersiz yapın: İster yüz egzersizleri isterse de tüm vücut egzersizi olsun, düzenli egzersiz dolaşımı artırır, cildin elastikiyetini artırarak kırışıklıkları önler, yağ miktarını azaltarak tüm vücut sağlığına yardımcı olur.

Sigara içmeyin: Sigara her organa zarar verdiği gibi cilt üzerine de olumsuz etkilere sahiptir. Sigara içimine bağlı ortaya çıkan toksinler cildin kalitesini, rengini olumsuz etkiler.

Beslenmenize dikkat edin: Her zaman için taze, işlenmemiş, uygun pişirilmiş gıdaları tercih edin. Gıdalardan aldığınız vitamin, mineral ve proteinler de cildinizin görünüşünü çok etkileyecektir.

Çocuğunuz okuma-yazmayı öğrenemiyorsa, dikkat!

Bireylerde öğrenme güçlüğü olarak görülen ve nöropsikiyatrik bir bozukluk olan disleksi, aileler tarafından çoğu zaman fark edilmiyor. Bireyin okuma, yazma ve sayısal işlemleri öğrenememesinin disleksi belirtisi olduğunu ifade eden uzmanlar, anne-babaları dikkatli olmaları konusunda uyarıyor.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Beyin Hastanesi'nden Uzm. Psikolog Leyla Arslan Özcanlı, bireylerde öğrenme güçlüğüne dair önemli değerlendirmelerde bulundu.

Çocuk okuma, yazma ve sayısal işlemlerde zorlanıyor

"Disleksi, nöropsikiyatrik bir bozukluktur. Bir birey eğer kendisinden beklenen düzeyde okuma – yazma yapamıyorsa, ya da matematik yapamıyorsa öğrenme güçlüğünden şüphe ederiz" diyen Uzm. Psikolog Leyla Arslan Özcanlı, "Fakat bu bireylerin aynı zamanda zihinsel bir sorunları yoktur. Tanısı koyulurken özgül öğrenme güçlüğünün, zekâ testi mutlaka yapılır. Zeki olmasına rağmen okumayı anlamakta, okumakta ve okuduğunu yazmakta, ayrıca sayısal işlemlerde normal çocuklara göre çok zorlanırlar. Aslında bu 3 alt boyutta alabiliriz bunu. Okumayı öğrenememek, yazmayı öğrenememek, sayısal işleri öğrenememek gibi…" dedi.

Okuma-yazmada harfler karıştırılıyor

Arslan, "Okuma hataları deyince genelde "b" – "d" harfleri çok karışır, harfler atlanır "ve", "ev" gibi okunabilir, "m"ler "n" gibi okunabilir, "e"-"a" sesleri karışır. Aynen böyle okuduğu için yazıyı da böyle yazabilir. Bu çocuklar okula başladıkları zaman böyle bir sorunla yüzleşirler" diyerek, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Aslında bu durumun okul öncesi çağda da yani 3 yaşından sonra da bizim tarafımızdan tespit edilmesi kolaydır; ama çoğu kez aileler bunun çok farkına varmaz. Doğrusu okulun da ikinci devresinde netleşir durum. Okuma bu şekilde olunca, yazmada da aynı hatalar olur. Matematikte de aslında çarpım tablosunu öğrenemez bu çocuklar. Bunun daha önceki gelişim evrelerinde anaokulunda ise bu çocukların sağ – sol yönünü karıştırdıkları, sağı ve solu öğrenemedikleri bazı kavramları, bazı ince motor hareketleri yapamadıklarını görürüz.

Dengede yürüyemiyor, çatal-kaşık kullanmada geç kalıyorlar

Örneğin; bu çocuklar çatal – kaşık kullanmada da çok geç kalırlar. Dengede yürüyemezler, sek sek oynayamazlar, düğüm atamazlar. Bunlar 3 yaşına kadar yapılması gereken işlerdir. Bunları yapamazlar yani uğraşsalar bile bu alanda güçlükleri vardır. Fark edilmezse eğer ve bu öğretilmezse bu güçlük okuma-yazmaya kalem, tutmaya kadar uzayabilir. Burada klinik pratik diye takip ettiğimiz 3. ve 4. sınıfa kadar gelmiş ve okuma-yazmadan nefret eden; ama zekâsı yerinde olan çocuklarla çok karşılaşıyoruz."

Problemi fark edilmeyen çocuklar, okulu bırakmak zorunda kalıyor

"Bunlara baktığımız zaman, ortalama şunları görüyoruz: çocuklarda aslında uzay algısı da bozuluyor. Uzay algısı deyince; mesela ters algıları oluyor" diyen Arslan,

"Bir test yaptığımız zaman; diyelim ki bir şekil verdik. Bunu 'Yazın-çizin' dediğimiz zaman ters olarak döndürüyor şekli. Yazıları da aynı görüntüsü gibi ters yazabiliyor. Verdiğimiz şekilleri de yukarıdan aşağıya doğru döndürüyor. Herkeste böyle bir durum yok ama özgül öğrenme güçlüğünü zor kılan durum aslında bu. Çocuğun bu durumunu anne – baba eğer fark etmezse, çocuk ders çalışmıyor, neden yapmıyor diye detaylı olarak düşünmek zorunda. Gerçekten çocuğun bu sorunu o kadar büyük ki ve bu anlaşılmadığı zaman o kadar farklı sorunlara neden oluyor ki çocuklar okulu bırakmak zorunda kalıyorlar ve okulu sevmiyorlar aslında başarılı olabilecekleri halde. Gerek dünyada gerek Türkiye'de yapılan araştırmalarda böyle çocukların üçte biri okulu sevmediği için bırakıyor. Üçte biri tamamen tedavi ediliyor, doğru kişi ve tekniği buluyor; diğerleri de yapabildiği halde lise düzeyinde bırakıyor ve üniversiteye devam etmiyor" dedi.

Hurafeler kadın kalbinde riski artırıyor…

Yıllardır sanki erkeklerin hastalığıymış gibi algılanan kalp hastalıkları son yıllarda kadınlarda da hızla yaygınlaşıyor. 

Araştırmalar gerek dünyada gerekse ülkemizde hem erkekler hem kadınlarda ölüm nedenleri arasında ilk sırayı kalp hastalıklarının aldığını gösteriyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Dr. Utku Zor "Daha çarpıcı olan veriler ise; kalp hastalıklarına bağlı ölümlerde Avrupa ülkeleri arasında hem erkekler hem de kadınlarda ülkemizin birinci sırada yer alması ve hastalık gelişimi için toplumumuza özgü risk faktörlerinin varlığıdır.

Kadınlarda kalp sağlığına yaklaşımı daha sağlıklı hale getirebilmek için öncelikle bazı yanlış inanışları düzeltmek gerekir" diyor. Dr. Utku Zor, kalp ve damar sağlığında toplumda doğru bilinen 4 önemli yanlışı anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Kalp hastalıkları erkeklerin, kanser kadınların hastalığıdır! YANLIŞ

Özellikle meme kanseri ülkemizde her 8 kadından 1'nin kapısını çalmasından dolayı kadınlar için en büyük tehdidi oluşturan hastalık olarak görülse de bu inanış yanlış. Çünkü kalp hastalıkları kadınları meme kanserinden çok daha fazla tehdit ediyor! Üstelik kadınlarda sadece meme kanserinden değil, tek başına meme kanseri de dahil olmak üzere tüm kanser türlerinin toplamından daha fazla ölüme yol açıyor. Örneğin ABD'de her 31 kadından 1'i meme kanserinden, her 3 kadından 1'i ise kalp hastalıklarından hayatını kaybediyor. Ülkemizde de kadınlarda kalp hastalıklarının görülme sıklığı artarken, Türkiye, kalp hastalıklarına bağlı ölümlerde erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da Avrupa ülkeleri arasında başı çekiyor.

Kalp hastalığı yaşlıların hastalığıdır! YANLIŞ

Kalp hastalıklarının görülme sıklığı yaşla artmakla beraber, her yaş grubundan kadını etkileyebiliyor. Ülkemizde sıklığı daha fazla olduğu gibi başlangıç yaşı da daha erken. Son yıllarda yapılan araştırmalara göre, kadınlarda damar sertliğine ait değişimler 30'lu yaşlarda başlıyor ve risk grubundaki kişilerde erken yaşta kalp krizine yol açabiliyor. Şişmanlık, abdominal obezite ve yol açtığı metabolik değişiklikler, kolesterol yüksekliği, yüksek tansiyon ve diyabet derken kadınlarda kalp hastalıkları ve kalp krizi riski artıyor. Özellikle menopozdan sonra risk daha da büyüyor.

"Kalbimde sorun olsa sinyal verirdi!" YANLIŞ

Araştırmalar, kalp hastalığı nedeniyle aniden ölen kadınların yüzde 64'ünde daha önceden hiçbir belirti olmadığını gösteriyor. Örneğin koroner arter hastalığının tipik belirtisi; egzersiz sırasında ortaya çıkan, göğüs orta kesiminde toplanan baskı veya yanma tarzında ağrı olurken, kadınlarda ise nefes darlığı, bulantı, kusma, çene ağrısı ve sırt ağrısı şeklinde olabiliyor. Yine sersemlik, baş dönmesi, baygınlık, üst karın ağrısı, aşırı yorgunluk da kadınlarda sık rastlanan belirtiler. Kadınlar çoğunlukla bu sinyalleri kalp hastalığına yormadığından önlem almakta gecikiliyor. O nedenle 20 yaşından itibaren erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da kolesterol seviyesinin düzenli ölçtürülmesi, açlık kolesterol seviyelerine baktırılması, tansiyon ölçümü ve hekim muayenesi gibi tetkikler hayat kurtarıcı olabiliyor.

"Kalp hastalığı bizde genetik, önlem fayda etmez!" YANLIŞ

Kadınlarda ve erkeklerde görülen kalp damar hastalıklarının yüzde 90'ından fazlasından alkol, sigara, anormal kan yağları, merkezi yağlanma, stres, sağlıksız beslenme ve hareketsizlik gibi değiştirilebilir faktörler sorumlu. Dolayısıyla genetik faktörler riski artırmakla birlikte bu riskleri azaltabilecek önlemler almak her zaman elinizde. Fazla kilolardan kurtulmak, kalbi vurduğu pek çok bilimsel çalışma ile kanıtlanan sigarayı bırakmak, stresi kontrol edebilip aşırı stresten kaçınmak, sebze ağırlıklı beslenerek hayvansal ve karbonhidrat ağırlıklı gıdalardan uzak durmak, haftada en az 5 gün yarım saat düzenli ve tempolu yürüyüş yapmak riski büyük ölçüde azaltıyor.


Kalbiniz için bel ölçümünüze dikkat!  Kardiyoloji Uzmanı Dr. Utku Zor, özellikle bel çevresinin kadınlarda 88 cm'yi, erkeklerde 102 cm'yi geçmesinin kalp hastalıkları açısından önemli bir risk oluşturduğunu vurgulayarak "Karın serbest iken göbek deliği hizasından ölçülmeli, bel çevresi/boy oranınız yüzde 50'nin altında olmalı" diyor. Kalp sağlığı için bazı biyokimyasal, biyometrik ve yaşam tarzı ile ilgili risk faktörlerini sorgulayarak kısa ve uzun vadeli riskinizi hesaplamanın mümkün olabildiğini belirten Dr. Utku Zor "Riskli yaşlara girdiniz mi? Kaç kilosunuz? Vücut Kitle İndeksi'niz kaç? Bel çevreniz kaç cm? Açlık şekeriniz kaç mg/dL? Diyabetiniz var mı? Açlık lipid paneliniz (kan yağları) nasıl? Kan basıncınız nasıl? Günlük hareket seviyeniz yeterli mi? Adım sayınızı ölçüyor musunuz? Düzenli egzersiz yapıyor musunuz ya da haftada en az 5 gün 30 dakika tempolu yürüyor musunuz? Düzenli hekim kontrolü ve hekim tavsiyeleri ile bunları düzeltmeniz kalp sağlığınıza da büyük fayda sağlayacaktır" diyor.


16 Kasım 2018 Cuma

Biraz kötümserlik iyidir

Bardağın yarısını dolu değil boş olarak görme eğiliminde olan insanlar, bu nedenle, kasvetli ve kederli olarak görülür. Korkmayın; karamsarlığınız size düşündüğünüzden daha fazla fayda sağlayabilir. Çünkü belli derecedeki kötümserlik yararlıdır.

Uzman Klinik Psikolog ve Hipnoz Uzmanı Mehmet Başkak, kötümserliğin yararları hakkında şu bilgileri verdi:

SAVUNMACI KARAMSARLIK HAYATTA TUTAR
"Evrene hep pozitif mesajlar göndermenin totemleştirildiği, mutluluğun ve pozitif titreşimin putlaştırıldığı günümüzde kötümserliğe hiç hayat hakkı tanınmaması ciddi psikolojik hasarlara yol açabiliyor. Kötümserlik, belli oranda bizim gerçeklikle temasımızı sağlıyor, belli oranda güvenli yolları, tedbirleri alabilmemizi sağlıyor. Yüzde yüz iyimserlik ve her şeye tamamen iyimser bir bakış açısıyla bakmak bir nevi körlük durumudur, dozunda kötümserlik ise gerçeği görmemizin teminatı...

Risk durumlarında bizde oluşan endişe ya da irkilme ile olası kötü senaryoları düşünmek, savunmacı karamsarlıktır ve bizi hayatta tutar. Endişeli hissediyorsanız, sizi bu sıkıntılı durumdan kurtaracak stratejiler geliştirmeniz gerekir, bu ise en doğal hayatta kalma içgüdümüzdür ve savunmacı karamsarlıkla tetiklenir. Savunmacı karamsarlık, adımımızı sağlam yere atmamız için harika bir insani özelliktir ve karamsarlıktan beslenir. Dünyanın en etkili stratejilerinin temelinde savunmacı karamsarlık vardır.

Amerikalı araştırmacı, Psikolog Nancy Cantor tarafından 1980'lerde tanımlanmış olan savunmacı karamsarlığın kilit noktası, ihtiyaç duyulması halinde, eylem stratejileri geliştirmek için olası olumsuz sonuçları, en kötü senaryoları hayal etmektir.

İnsanlar savunmacı karamsar olduklarında, bir şekilde geleceğe yönelik beklentilerini düşük tutarak, endişelerini de kontrol edebiliyor, ek olarak hayal kırıklığına düşmemiş oluyorlar. Yanlışlıkla neyin yanlış gidebileceğini somut ve canlı şekilde düşünmek, kötü sonuçlara götüren güzergahları zihinde canlandırmak savunmacı karamsarlık için esastır.

Bu durum, savunmacı karamsarların ileriye dönük gerçekçi plan yapmalarını ve gelecekte karşı karşıya kalacakları engellere daha iyi hazırlanmalarını sağlar.

OLUMLU DÜŞÜNCENİN YAN ETKİLERİ
İyimserlik, bazen hem kişisel hayatınızda hem de işyerinizde en iyi sonuçları elde etmenizi sağlayabilir fakat geleceğe yönelik yüksek umutlarla yaşamak da zayıf kararlar vermenize neden olabilir.

Araştırmalara göre, kendileri için sadece parlak bir gelecek hayal etme eğiliminde olan insanlar, bu senaryoyu gerçek hayatta daha az gerçekleştirebiliyor.

Geleceğe dair salt olumlu fantezilere düşkün olmak, hedeflerin başarıyla sonuçlandığını hayal etme eylemi, amaçları gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan enerjiden mahrum bırakır.

Pozitif fanteziler, başarıyı teşvik etmek yerine, insanların yoluna taş koyuyor ve amaçlara ulaşmalarını sağlayan enerjiyi boşaltıyor; gerçeklikten ve savunmacı kötümserlikten yoksun pozitif düşünce, kişileri ciddi bir hayal kırıklığına sürükleyebiliyor.

İnsanlar, sadece hayal ettikleri takdirde, hayal ettikleri her şeye ulaşacaklarını düşünüyorlar fakat bu sorunlu bir düşünce şekli ve modern zamanlara ait bir kişisel gelişim illüzyonudur. Ayrıca, iyimser düşünceler, obezlerin kilo vermesini ya da tiryakilerin sigarayı bırakmasını daha da zorlaştırabilir.

KARAMSARLIK "GELİŞMİŞ ÖNLEMLERİN ALINMASI"NI SAĞLAR
Kötümserliğin sağlıklı bir dozu aslında engellere, olası kötü sonuçlara karşı koruyucu bir role sahip. Geleceğimizi etkileyecek adımları tasarlarken dünya güllük gülistanlık bir yer algısıyla, sadece iyimser düşünmek bizi olası tehlikelere karşı körleştirir. Dozundaki kötümserlik ise insanı hayatta tutan ve güvenli yolların oluşturulmasını sağlayan bir bilinçaltı özelliktir.

Olası karanlık bir geleceğin algılanması, aynı zamanda yetişkin benliğin de devrede olması demektir ve gerçekçi, ayakları yere basan ve gerçekleştirilebilir pozitif stratejilerin oluşturulmasına, gelişmiş önlemlerin alınmasına katkıda bulunabilir."

Psikolog Mehmet Başkak, ilişkilerde de salt iyimserlik sergileyen eşlerin, diğer bir deyişle, eşleri hakkındaki beklentileri aşırı derecede iyimser olanların, yapıcı bir problem çözme yaklaşımına sahip olmadıklarını, zorluklarla baş etmede daha çaresiz kaldıklarını sözlerine ekledi.