19 Haziran 2019 Çarşamba

10 günden az tatil dinlendirmiyor!

Yaz tatilinin verimli geçirilmesinin bedenen ve ruhen dinlenmeyi gerektirdiğini belirten uzmanlar, 3-4 günlük kısa tatillerin daha fazla stres oluşturduğuna dikkat çekiyor. Uzmanlara göre bir yıllık yorgunluğu atmak için 10 günlük tatil yapılmalı.

Üsküdar ÜniversitesiNPİSTANBUL Beyin Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Dr. Mahir Yeşildal, tatilin verimli geçirilmesini, bedenen ve ruhen dinlenmek gerektiğini söyledi. Yaz mevsiminin özellikle çalışanlar için tatil anlamına geldiğini belirten Dr. Mahir Yeşildal, tatilin de mutlaka verimli geçirilmesi gerektiğini söyledi.

Tatilin süresi çok önemli

"Tatilde bedenin ve ruhun dinlenmesi gerekiyor" diyen Dr. Mahir Yeşildal, tatilin süresinin de çok önemli olduğunu belirterek şunları söyledi:

"3 gece 4 gün bir tatil köyünde kalmak tatil yapmak demek değil, beynimizin tabiri caizse resetlenebilmesi için, yıl içerisindeki stresi atabilmesi, kendini yenileyebilmesi ve yeni bir yıla hazırlanabilmesi için ortalama en az 10 günlük tatile ihtiyaç var, 10 günün altındaki tatillerde yeterince dinlenilemez. 4-5 günlük bir tatil sonrasında aslında yeterince dinlenemeden iş başı yaptığımızı fark ederiz. O nedenle bu süreye dikkat etmek gereklidir. 3-4 günlük tatillerin kişiye pek katkısı yok, 10 günün altındaki tatiller çok efektif değil. Tatilde dinlenmeye özen göstermek gerekiyor. Eğleneceğim diyerek geceyi iki saatlik uykuyla geçirirseniz bu da tatil olmaz. Ofisinize, okulunuza ya da işinizin başına döndüğünüz zaman geçen yılın stresine ek olarak yeni bir stres de eklenmiş olur."

Herkesin tatil anlayışı farklı

Yaz tatilinde psikolojik olarak rahatlamak ve dinlenmek için kişilerin sevdikleri ve hoşlandıkları şeyleri yapmasını öneren Dr. Mahir Yeşildal, bunun da kişiden kişiye değiştiğini ifade ederek
"Kişi neden hoşlanıyorsa onu yapar. Kimileri deniz ve kumu sever. Bazıları tatili hamakta uzanıp kitap okumak ve uyumak olarak değerlendirir. Bazıları köyüne gider köyünde akrabalarıyla beraber bağ bahçe işleriyle uğraşır. Bu onlar için bir tatildir. Çocukluk anıları, akraba ziyaretleri, uzun zamandır görmediği kişileri ziyaret etme de bir tatil yöntemidir. Bazı insanlar kültür turlarından hoşlanırlar. Saatlerce Barselona'da yarım kalmış bir kiliseye bakmak onları zihinsel olarak rahatlatabilir" diye konuştu.

Tüketim kültürünün pompaladığı bir tatil anlayışı olduğunu ifade eden Dr. Mahir Yeşildal, "Bu tatil anlayışına göre ailelerin yılın belli zamanlarında havuza denize gitmeleri bir yerde dinlenmeleri gerekiyor oysa böyle bir şey yok. Kişi nasıl dinlenebilecekse, toksinlerini, stres hormonlarını nasıl atabilecekse o şekilde bir tatili tercih edebilir" dedi.

Açık büfe kültürü stresi artırıyor

Tatilde beslenme tarzındaki değişikliklerin ruh sağlığına da etkiler yaptığını belirten Dr. Mahir Yeşildal, şu tavsiyelerde bulundu:

"Klasik dayatılan tatil anlayışında açık büfe kültürü var ki o da stres artıran bir başka unsur. Çünkü biz artık bazı şeyleri çok net biliyoruz ki beslenme ile ruh sağlığı birbiriyle çok alakalı. Bağırsaklara ikinci beyin ya da duygusal beyin denmesinin en önemli nedeni bu. Tatil dönemlerinde ne oluyor? Normal beslenme alışkanlıklarının dışına çıkılıyor. Çoğu zaman yağda kızartılmış ızgara ve yemekler yeniyor, bu da floranın bozulmasına yol açıyor. Tatilden döndükten üç dört gün sonra ishal ve bulantı şikayetiyle hastaneye gitme vakalarına rastlanır. Dolayısıyla tatile gidildiği zaman tüketilen gıdalar ve beslenme şekline dikkat edilmesi ve çok fazla rutinin dışına çıkılmaması gerekiyor."

Yaz aylarında enfeksiyonlar kabusunuz olmasın

Sıcaklıklar, her geçen gün daha da artıyor. Yükselen sıcaklıklarla birlikte insan vücudu da bu yeni duruma uyum sağlamaya çalışıyor. Özellikle yaz aylarında cilt enfeksiyonlarında ciddi bir artış gözlemleniyor. Bu sebeple hijyen koşullarına dikkat etmek ve enfeksiyonlarla ilgili birtakım önlemler almak gerekiyor. 

Central Hospital'dan Dermatoloji Uzmanı Dr. Hicran Ercan, yaz aylarında görülen cilt enfeksiyonları hakkında bilgiler veriyor.

Islak mayolardan kaçınılmalı
Cilt enfeksiyonlarından korunmanın ön şartının kuruluk olduğu unutulmamalıdır. Vücudun sıcak, nemli, ıslak, terli ve özellikle kapalı bölgelerinde enfeksiyon oluşma riski oldukça fazladır. Deniz veya havuz kenarında ıslak mayonun uzun süre vücutta kalması mantar enfeksiyonuna zemin hazırlayan en önemli nedenlerden biridir. Özellikle kadınların ıslak mayoyla uzun süre beklenmesi genital bölgelerinde mantar enfeksiyonu ihtimalinin artmasına neden olur.

Havuz yerine deniz tercih edilmeli
Enfeksiyonlar havuz, plaj, sauna, spor salonları gibi nemli ortak kullanım alanlarında kolaylıkla bulaşabilir. Bu sebeple yazın havuz yerine denizlerin tercih edilmesi önerilir. Çünkü bazı havuzlar ciddi birer mikrop kaynağı olabilir. Havuzlarda ise bazı kullanım kurallarına dikkat edilmelidir. Örneğin havuz kullanımının öncesinde ve sonrasında kişilerin duş almaları önemlidir. İdrarını kontrol edemeyen çocukların ve yetişkinlerin havuzları kullanmaları da oldukça sakıncalıdır. Kirli havuzları kullanan kadınlarda idrar yolu enfeksiyonları da sıklıkla görülür.

Havuz ve plaj kenarında terlik giyilmeli
Havuz ve plaj kenarlarındaki enfeksiyonlar da göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle çıplak ayakla dolaşılmamalı, mutlaka terlik giyilmelidir. Ayrıca başkasına ait havlu, terlik, tırnak makası ve törpü gibi kişisel eşyalar da asla kullanılmamalıdır.

Mantarın en belirgin özelliği kaşıntıdır
El ve ayaklarda oluşan mantarların bulaşıcı olduğu asla unutulmamalıdır. Mantar hastalıklarının en belirgin özelliği kaşıntıdır. Kaşıntı ile başlayan bir hastalık, sonrasında enfeksiyona dönüşebilir. El ve ayakların şişmesi ve üzerinde kabarcıkların oluşması bakteriyel enfeksiyon olduğunun göstergesidir. Çünkü mantar; el ve ayaklarda cildin kurumasına, kızarmasına, kabarmasına, kaşınmasına ve soyulmasına sebep olur. Bu sebeple mantar hastalığı olan kişilerin tedavilerini ihmal etmemeleri, sağlıklı kişilerin de mantar enfeksiyonuna yakalanmamak için birtakım önlemler almaları şarttır.

Kıyafet ve ayakkabı seçimine dikkat edilmeli
Yazın giyilecek kıyafetlere de dikkat edilmelidir. Sentetik kumaştan yapılan giysiler, lastik ayakkabılar ve dar kıyafetler tercih edilmemelidir. Bunların yerine pamuklu kıyafetler ve iç çamaşırları, ayağı sıkmayan, kolay hava alan ve terletmeyen ayakkabılar giyilebilir. Ayakkabının içine giyilen çorabın da pamuklu olması ve her gün değiştirilmesi gerekir. Yazın serinlik vermesi amacıyla sandalet tarzı ayakkabılar sıklıkla tercih edilir. Bu ayakkabılar giyildikten sonra ayakların mutlaka yıkanması ve sonrasında iyice kurulanması önemlidir. Sonrasında kullanılan havlu ise kesinlikle vücudun başka bir bölgesine temas ettirilmemelidir. El ve ayaklar yıkandıktan sonra parmak aralarının iyi kurulanmasına özen gösterilmelidir.

Terin vücutta uzun süre kalması sakıncalıdır
Sıcak hava yüzünden vücutta oluşan terin uzun süre ciltte kalması da mantar hastalıklarına neden olabilir. Enfeksiyonlar daha çok vücudun kıvrımlı bölgelerinde görülür. Bu bölgelerde genellikle kızarıklık ve kaşıntı olur. Mantar; el veya ayak tırnaklarına yayılmışsa, tırnaklarda şekil bozukluğu ve renk değişimi de gözlemlenebilir.

Tedavide ilk kural enfeksiyon olan bölgeyi nemden arındırmak
Cilt enfeksiyonlarının tedavisinde ilk kural mantar oluşumuna neden olan şartların ortadan kaldırılmasıdır. Enfeksiyon kapmış bölgenin nemden arındırılması ve o bölgede pudra kullanılması faydalı olabilir. Kişiye özel ürünlerin temizliğine dikkat edilmeli, özellikle kozmetik ürünlerinin bir başkasıyla ortak kullanımından kaçınılmalıdır. Tedavide diğer bir aşama da deriye uygulanan merhemler ve ağız yoluyla alınan ilaçlardır. Bu ilaçlar kullanılmadan önce mutlaka uzman bir hekime başvurulmalı ve onun kontrolünde kullanılmalıdır.

Sıcak yorgunluğundan korunma yolları

Meteoroloji'den üst üste gelen yüksek sıcaklık ve nem artışı uyarıları, özellikle hipertansiyon, kalp, diyabet, astım gibi kronik hastalıkları olanların daha dikkatli olmaları gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.

Hastane Derindere İç Hastalıkları Bölümü Uzmanı Dr. Yusuf Gündüz'le sıcak yorgunluğu ve korunma yollarını konuştuk…

Sıcak yorgunluğunun yüksek sıcaklıklara maruz kaldıktan sonra oluşabilen bir hastalık olduğunu belirten Uzm. Dr. Gündüz; 'Sıcak yorulması, bağıl nemin ve hava sıcaklığının etkileri birleştirildiğinde ne kadar sıcak hissettiğinizle ilişkilidir. Bağıl nem oranı% 60 veya daha fazla ise, ter buharlaştırmayı engeller, bu da vücudunuzun kendisini soğutmasını önler. Nem oranları %90'lar veya daha fazla yükseldiğinde, ısıya bağlı hastalık riskleri önemli ölçüde artar. Sıcak yorgunluğunun genellikle dehidrasyon dediğimiz vücudun ciddi anlamda susuz kalması problemi de eşlik eder. Sıcak yorgunluğunun iki tipi vardır.

Susuzluğa bağlı olanlarda halsizlik, aşırı susama, baş ağrısı ve bilinç kaybı gibi belirtiler ortaya çıkarken; vücuttaki tuz tüketiminin azalmasına bağlı olanlarda ise kusma, bulantı, kas krampları ve baş dönmesi görülebilir. Sıcak yorgunluğu, sıcak çarpması kadar ciddi olmasa da hafife alınmamalıdır. Doğru müdahale olmadan beyin ve diğer hayati organlara zarar verebilecek kadar ilerleyebilir. Bu nedenle özellikle çok yüksek sıcaklık uyarılarının yapıldığı bugünlerde özellikle dışarıda çalışanların vücut ısılarını korumaya yönelik önlemler almaları ve bol su tüketmeleri gerekir.

İstanbul gibi şehirlerde, özellikle durgun atmosferik koşullar ve hava kalitesi düşük olduğunda, uzun süreli bir sıcak hava dalgası sırasında sıcak yorgunluğu eğilimi artar. "Isı Adası etkisi" olarak bilinen yerde, asfalt ve beton, gün boyunca ısıyı depolayıp, sadece gece yavaş yavaş serbest bırakarak daha yüksek gece sıcaklıklarına neden olur' açıklamasında bulundu.

Sıcak yorgunluğunun belirtileri nelerdir?
• Kafa karışıklığı
• Koyu renkli idrar (susuzluk belirtisi)
• Baş ağrısı ve dönmesi
• Bayılma
• Yorgunluk
• Kas veya karın krampları
• Mide bulantısı, kusma veya ishal
• Soluk cilt
• Aşırı terleme
• Hızlı kalp atımı
Kimler risk altındadır?
• 4 yaşından küçük çocuk ve bebekler,
• 65 yaş üstü yetişkinler,
• Kalp, akciğer veya böbrek hastalığı, obezite veya düşük kilo, yüksek tansiyon, şeker hastalığı gibi kronik hastalıkları olanlar,
• Kemoterapi görenler,
• Güneş yanığı problemi yaşayanlar,

Sıcak yorgunluğuna karşı önlemlerinizi alın!
• Klimalı bir odada sıcaktan kaçınarak dinlenin.
• Güneş ışınlarının etkisinin güçlü olduğu 10.00-16.00 saatleri arasında dışarıya çıkmamaya çalışın.
• Dışarıdaysanız en yakın serin ve gölgeli yeri bulmaya çalışın.
• Hafif, açık renkli, bol, rahat kıyafetler giyin.
• Güneş gözlüğü ve geniş kenarlı şapka takın.
• Güneş koruma faktörü 30 ve üzerinde olan güneş koruyucu kremler kullanın.
• Dehidrasyonu önlemek için, bol su, meyve suyu veya sebze suları tüketin.
• Kafein veya alkol içeren sıvıları tüketmekten kaçının. Çünkü kafein ve alkol vücudunuzdan daha fazla sıvı atılmasına neden olur.
• Yağlı besinler ve kızartmaların tüketiminden kaçının. Yemeklerinizde bitkisel sıvı yağlar kullanın.
• Ağır fiziki aktivitelerden kaçının. Yoğun fizik aktivite ve spor yapmak için sabah veya akşam saatlerini tercih edin. Yapılan 1 saatlik spor için en az 2-4 bardak sıvı tüketin.
• Serin bir duş alın. Bunun mümkün olmadığı durumlarda ayak, el, yüz ve ensenizi soğuk suyla ıslatın veya silin.
• Vantilatör veya buz aküleriyle vücudunuzu soğutmaya çalışın.

Aldığınız tüm önlemlere karşı rahatsızlığınız devam ediyorsa sıcak yorgunluğunun sıcak çarpmasına dönüşmemesi için gecikmeden hastaneye başvurun.

Tatilde en çok yerel halkla konuşmayı seviyoruz!

Türklerin tatildeki davranışlarını mercek altına alındı. Araştırmaya göre Türkler, tatilde en çok seyahat ettiği ülkenin vatandaşlarıyla tanışmak istiyor. Diğer yandan gittiğimiz ülkelerde yabancılardansa Türk turistlerle bir arada olmayı tercih ediyoruz

Seyahat sitesi momondo.com.tr'nin araştırması Türklerin tatildeki davranışlarını mercek altına aldı. Sonuçlara göre en çok gittiğimiz ülkelerin vatandaşlarıyla sohbet etmekten keyif alıyoruz. Diğer yandan farklı ülkelerden gelen turistlerle tanışmaktansa yalnız başına gezmek isteyen ya da kendi ülkesinin vatandaşlarıyla vakit geçirmeyi tercih edenler de var. Araştırmanın diğer sonuçları şöyle:

EN ÇOK YEREL HALKLA KONUŞMAKTAN HOŞLANIYORUZ
Türklerin yüzde 58'i seyahat ettiği ülkenin vatandaşlarıyla iletişim kurmak istiyor. Yerel halkla konuşmak söz konusu olduğunda kadınlar (%59) erkeklerden (%53) bir adım önde. 56-65 yaş grubundakiler incelendiğinde ise bu oran yüzde 69'a kadar yükseliyor. Yaş dağılımında ikinci sırada 36-55 yaşları arasındakiler yer alıyor. Yaş azaldıkça, yabancılarla konuşma isteği de azalıyor.

YABANCILARDANSA TÜRKLERİ TERCİH EDİYORUZ
Listenin ikinci sırasında gittikleri ülkelerde kendi ülkesinden gelen turistlerle iletişim kurmak isteyenler yer alıyor. Türklerin yüzde 47'si, yurtdışındayken Türk turistlerle vakit geçirmek istiyor. Kendi ülkesinin vatandaşları ile tanışmak isteyenler arasında yine 56-65 yaş grubu yüzde 54'le listenin başında yer alıyor. 18-22 yaş grubunda bu oran yüzde 33'e düşüyor. Üçüncü sırada ise ziyaret ettikleri ülkede farklı ülkelerden gelen turistlerle tanışmayı isteyenler var. Türklerin yüzde 43'ü farklı milletlerden insanlarla tanışmak istiyor. Tatilde yeni insanlarla sohbet etmek yerine, kimse ile tanışmadan kafasını dinlemek isteyen Türklerin oranı ise yüzde 16.

TÜRKÇE KONUŞULDUĞUNU DUYDUĞUMUZDA TANIŞMAK İSTİYORUZ
Araştırmaya katılan Türklerin %35'i, seyahat ettiği ülkelerde kendi dilini konuşan insanlara rastladıklarında iletişim kurup tanışmak istediğini söylüyor. Bu oran ile dünyada tatilde kendi ülkesinden insanlarla bir araya gelmeyi en çok tercih eden dördüncü ülke konumundayız. Listenin başında ise yüze 40'la Çin yer alıyor. Çin'i ise yüzde 38'le İspanya ve yüzde 37'yle Romanya ve Brezilya takip ediyor. Kendi dilini konuşan insanlarla vakit geçirmeyi en az tercih eden ülke yüzde 13'le Polonya. Tatilde kendi vatandaşlarına rastlayıp, fark edilmemek için başka bir dil konuşmaya başlayan Türklerin oranı ise yüzde 5.

Araştırmanın sonuçlarını değerlendiren momondo Türkiye sözcüsü Serpil Öztürk şöyle konuştu: "momondo'nun her yıl gerçekleşen 'Uluslararası Seyahat Araştırması' dünyanın farklı ülkelerindeki insanların seyahat alışkanlıklarına ışık tutuyor. Türkiye dahil, 23 ülkede uygulanan verilere göre Türkler, tatilde en çok seyahat ettiği ülkenin vatandaşlarıyla tanışmak istiyor. Diğer yandan üçte birimiz kendi dilimizin konuşulduğunu duyduğumuzda iletişim kurup, tanışmak istiyor."

Erken doğum riskine karşı önleminizi alın

Bebek sahibi olmak, anne ve baba adayları için en heyecanlı bekleyişler arasında yer alıyor. Normalde 40 hafta süren hamilelik sürecinin çeşitli nedenlerden dolayı erken doğumla sonuçlandığı durumlar yaşanabiliyor. 

Bebeğin sağlığını riske atabilen erken doğumu önlemenin yolu ise hamileliğin ilk günlerinden itibaren düzenli sağlık kontrollerini aksatmamaktan geçiyor. Memorial Hizmet Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü'nden Op. Dr. Hakan Peker, hamilelikte takip programı ve önemi hakkında bilgi verdi.

Kasılmaları gözardı etmeyin
Anne karnındaki bebeğin hamileliğin 36. Haftası dolmadan dünyaya gelmesi erken doğum olarak tanımlanmaktadır. Erken dönem bebek kayıplarında birinci sırada yer alan erken doğum, gebeliklerin yüzde 8'inde yaşanmaktadır. Akciğerleri tam olarak gelişmeyen erken doğan bebeklerde görme ya da işitme problemi görülme ihtimali daha yüksektir. Bu yüzden her anne adayının erken doğum belirtileri hakkında bilgi sahibi olması ve belirtilere karşı duyarlı olması önemlidir. Saatte en az 4 kez gerçekleşen kasılmalar erken doğumun en önemli belirtileri arasındadır. Çoğu kez ağrıların eşlik ettiği kasılmalar ağrısız da meydana gelebilmektedir. Bununla birlikte;

  • Vajinal kanama veya akıntıların çoğalması
  • Rahimde gerilme hissi
  • Vajinadan aniden bol miktarda sıvı boşalması
  • Adet sancısına benzer kramp tarzında ağrılar
  • Belirgin bel ağrısı
  • Düşük yaptıysanız riskiniz daha fazla

Daha önce bir veya birden fazla erken doğum yapan, erken doğum riskiyle ilgili tedavi gören ya da tekrarlayan düşük yapan anne adaylarının riski daha fazladır. Ayrıca, rahim ağzı problemleri, çoğul gebelik, fetüs sıvısının normalden fazla olması, plasentanın doğum kanalını kapatması, vajinal enfeksiyonlar, kısa sürede aşırı kilo kaybedilmesi, 18 yaşın altında 40 yaşın üstündeki anne adaylarının erken doğum yapma oranı yüksektir. Bunlarla birlikte değiştirilebilir durumlar da bulunmaktadır. Sigara ve alkol tüketilmemesi, ilaç alımlarında doktora başvurulması, uygun egzersizlerin düzenli olarak gerçekleştirilmesi ve bulaşıcı hastalıklara karşı tedbirli davranmak erken doğum riskini azaltan unsurlar arasındadır.

Düzenli takip programını aksatmayın
Gebeliğin ilk günlerinden itibaren düzenli takip ve doktor kontrolü erken doğum riskini azaltmaktadır. Özellikle erken doğum bakımından risk grubunda bulunan anne adaylarının erken doğumu tahmin, tedavi ve korunma programı altında takibi gereklidir. Erken doğum teşhisini koyabilmek için ilk adım doktor muayenesidir. Alınacak sıvı örnekleri, rahim ağzı uzunluğunun ölçülmesi ve rahim ağzının belli bir seviyenin üzerinde açılması gibi bulgularla yapılacak bazı testler erken doğum tanısı için sıklıkla yeterli olabilmektedir.

Yenidoğan yoğun bakım ünitesi olan merkezleri tercih edin
Uygun şartlarda erken doğumu durdurarak bebeğin anne karnında büyümesi için zaman kazanmak mümkündür. Erken doğumu engellemede başarı teşhis ve tedavinin erken başlamasıyla doğrudan ilgilidir. Kasılmaların giderilmesi için damar yolu ile sıvı takviyesi yapılmaktadır. Bu müdahalenin yeterli olmadığı durumlarda erken doğumu durdurucu tokoliz denilen ilaç tedavileriyle kasılmaları durdurmaya yönelik farklı ilaçlar kullanılmaktadır. Tokoliz tedavisinde kullanılan ilaçların anne üzerinde yan etkileri bulunabileceği için hastanede doktor gözetiminde yapılması gerekmektedir. Tüm müdahalelere rağmen erken doğumun gerçekleşme ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır.

Doğumun gerçekleştiği hastanede yenidoğan yoğun bakım ünitesi olmadığı durumlarda, gerektiğinde bebeğin yoğun bakım ünitesi bulunan başka bir hastaneye sevki söz konusu olabilmektedir. Bu nedenle, erken doğum ihtimali olan gebelerin tedavilerinin prematüre doğan bir bebek için uygun yoğun bakım şartlarının bulunduğu bir hastanede yapılması daha uygun olmaktadır.

10 bin adımla vücudunuzda neleri değiştirebilirsiniz?

Sağlıklı bir yaşama adım atmak için hiçbir zaman geç değil. Günde 10 bin adım atarak daha sağlıklı bir kalp, daha geç yaşlanan bir beyin mümkün. Sokakta, alışveriş merkezinde, parkta ya da koşu bandı üzerinde yürüyerek kilo verebilir, tansiyonunuzu düşürebilir ve kolesterolü aşağıya çekebilirsiniz. 

Liv Hospital Check up ve Sağlıklı Yaşam Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Eren Eroğlu ve Nöroloji Uzmanı Dr. Aydan Tandoğan Sarp ve Nefroloji Uzmanı Prof. Dr. Tekin Akpolat yürümenin sağlık için faydalarını anlattı.

İlaç gibi tedavi edicidir
Kalp dolaşım sistemi üzerine en yüksek faydayı sağlamak için haftanın en az 4 günü minimum 30 dakika tempolu yürümek gerektiğini söyleyen Liv Hospital Check-up Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Eren Eroğlu "Yürümeye ek olarak haftanın iki günü de kuvvet egzersizleri yapmak bedenin tüm kas yapısını kuvvetlendirecek ve şekillendirecektir. Yürümek tüm bedene faydalıdır ama özellikle bacak ve kalça kaslarını çok çalıştırır. Bazı hastalıklarda yürümek neredeyse ilaç kadar tedavi edicidir. Örneğin şeker hastalarına tedavinin üç bacağı vardır, yürümek de en az ilaç ve diyet kadar önemlidir.

Beyin sağlığı için fiziki sağlık da olmalı
Son yıllarda bilişsel bozulmaya karşı fiziksel aktivitenin rolünün, beyin yaşlanmasını önleyici bir davranış stratejisi olarak dikkat çektiğini söyleyen Liv Hospital Nöroloji Uzmanı Dr. Aydan Tandoğan Sarp "Yaşlandığımızda özellikle frontal lob olmak üzere beyin volümü azalır, damar yapıları yaşlanır, bellek fonksiyonlarında azalma görülür.

Egzersiz beyinde yeni bağlantılar oluşmasını sağlayarak, beyin plastisitesini (adaptasyon yeteneğini) ve volümünü arttırarak beynimizi yılların etkisinden korur. Bu konuda yapılan birçok bilimsel çalışma düzenli yapılan egzersizin beyin yaşlanmasını yavaşlattığını, hatta Alzheimer hastalığını önlemede rolü olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla fiziki sağlık aynı zamanda beyin sağlığı için gereklidir.

Tansiyon tedavisinde doğrudan etkili
Düzensiz beslenmenin, tuz tüketiminin, stresin, fazla kiloların ve hareketsizliğin hipertansiyonu kolaylaştıran alışkanlıklar olduğunu söyleyen Liv Hospital İstanbul İç Hastalıkları ve Nefroloji Uzmanı Prof. Dr. Tekin Akpolat, "Tansiyon hem yaşam kalitesini bozan hem de yaşam süresini kısaltan bir hastalıktır. Bu nedenle tedavisi kadar önlenmesi de önemlidir. Bunun için alışkanlıkların değiştirilmesi, yaşam düzeninin sağlıklı hale getirilmesi gerekir.

Hareketsizlik sadece tansiyona yol açmaz, şeker hastalığı, kalp hastalığı, felç gibi birçok soruna da neden olur. Hareketin, belli dozda sporun (haftada 3-5 kez, en az 30-45 dakika) tansiyon tedavisine doğrudan olumlu etkileri iyi bilinmektedir. Düzenli egzersiz büyük kan basıncını 4-9 mmHg düşürebilir. Günlük yaşantımızdaki hareketi arttırmak için günde 10 bin adım ulaşılabilir bir hedeftir. Günde 10 bin adım tansiyon dahil birçok hastalığı önler, tedavi eder.

Günde 10 Bin Adım Atmanın Yararları

  • Stresin azalması
  • Daha az yemek
  • Daha az yemek yiyince daha az tuz almak
  • Daha az yemek yiyince daha az tatlı yemek
  • Akşam saatlerinde zamanı mutfak yerine açık havada geçirmek
  • Akşam daha az yemek yiyince daha iyi uyumak
  • Öfke kontrolü
  • Temiz hava
  • Doğa ile baş başa kalabilmek
  • Kilo vermek
  • Sigarayı bırakabilmek

Suya şeker değil sağlık katın!

Mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklık değerlerinin yüksek nem oranıyla birleştiği bugünlerde, ferahlamak için sık sık su ve buz gibi soğuk içecekler tüketiyoruz. 

Ancak özellikle içerisinde şeker ve tatlandırıcı bulunan içecekler, hem vücudumuzun su ihtiyacını artırıyor hem de yüksek kalorileriyle kilo kontrolünü zorlaştırıyor. Dikkatli tüketilmediği takdirde 'masum' olduğunu düşündüğümüz içeceklerin vücudumuza zarar verdiğini söyleyen Waternet Sağlıklı Yaşam Uzmanı Diyetisyen Canan Aksoy, birbirinden leziz ve sağlıklı tarifler paylaştı.

Termometrelerin rekor sıcaklık seviyelerine ulaştığı bugünlerde ferahlamanın en kolay ve keyifli yolu sudan ve buz gibi içeceklerden geçiyor ancak bu içeceklerin hepsi sandığımız kadar 'masum' değil. Özellikle içerisinde şeker veya tatlandırıcı bulunan içecekler, vücudumuzun su ihtiyacını gidermedikleri gibi, tam aksine artırıyor ve yüksek kalorileriyle kilo almamıza neden oluyor. Asitli ve şekerli içeceklerin tüketimi konusunda uyaran Waternet Sağlıklı Yaşam Uzmanı Diyetisyen Canan Aksoy, evde kolayca hazırlanabilecek birbirinden leziz ve sağlıklı tarifler paylaştı.

Ferahlatıcı ara öğün: Antioksidanlı ayran
Antioksidanlı ayran, sağlıklı, ferahlatıcı ve tok tutan bir ara öğün. Birkaç parçaya böldüğünüz salatalığı ve bir tutam naneyi yoğurtla beraber blender'dan geçirin. İki bardak su ilave edip karıştırın.

Bağışıklığınızı güçlendirin: Elmalı bitki çayı
Gün içerisinde kolayca hazırlayabileceğiniz bu bitki çayıyla bağışıklık sisteminizi güçlendirebilirsiniz. Ihlamur, ekinezya, karabiber, karanfil ve tarçını demleyin. İçine dörde böldüğünüz bir elmayı ve kabuğu soyulmuş limonu ekleyin. Kaynama noktasına gelene kadar karışımı ısıtın. Sıcak olarak tüketebileceğiniz bu çayı, sıcak yaz günlerinde soğuttuktan sonra buz ekleyerek içebilirsiniz.

Hücrelerinizi gençleştirin: Böğürtlen ve üzümlü smoothie
Yaz döneminde kolaylıkla bulabileceğiniz meyve ve sebzeler ile lezzetli bir içeceğin keyfini çıkarırken, hücrelerinizin gençleşmesine yardımcı olabilirsiniz. Bir avuç böğürtlen, bir avuç kırmızı üzüm, taze zencefil ve bir tutam taze naneyi blender'dan geçirdikten sonra bir bardak badem sütü ile karıştırın.

Strese karşı bire bir: Pancarlı smoothie
Yaz sıcaklarından bunaldığınızda biraz rahatlamak için tadı ve görüntüsüyle mutluluk veren bu smoothie'den yararlanabilirsiniz. Bir küçük boy haşlanmış pancar, bir küçük boy muz ve bir avuç karadutu blender'dan geçirin, ardından bir bardak suyla karıştırın.

Spordan önce: Çilekli ve limonlu smoothie
Yaz mevsimi geldi diye spordan vazgeçmeyin ancak öncesinde enerji veren doğal ve sağlıklı bir içecek tüketmeyi de unutmayın. Beş adet çilek ve bir yemek kaşığı yulaf ezmesini blender'dan geçirin. Yarım bardak su, yarım bardak badem sütü ve çeyrek bardak limon suyu ile karıştırın.

Suyun yeri başka!
Yaza özel tarifler veren Diyetisyen Canan Aksoy, her ne kadar sağlıklı olsalar da, bu içeceklerin suyun yerine geçmeyeceği konusunda uyardı. Özellikle sıcak havalarda susamayı veya terlemeyi beklemeden ortalama iki litre su içilmesi gerektiğinin altını çizen Aksoy, su içmekten hoşlanmayanlar için de bir tarif verdi: Suyunuza ferah bir tat vermesi için saplarından ayırdığınız nane yapraklarını sürahiye atın. Ardından ince halkalar şeklinde doğranmış limon ve elmayı kabuklu olarak ekleyin. Bu içecek suyun yerine geçecek, üstelik leziz tadı ve renkli görüntüsüyle de su içme isteğinizi artıracaktır.

Besin zehirlenmeleri en çok piknikte oluyor


Pikniklerin besin zehirlenmelerinin en sık meydana geldiği alanlardan biri olduğuna işaret eden Dr. Sinan Akkurt, özellikle et ürünlerinin az pişmiş, içi çiğ kalmış ya da yanık halde tüketilmemesi konusunda mangalcıları uyardı. 

Mangalın temiz olması, üzerinde yemek artıkları barındırmaması, gıdaların harlı ateş yerine kor üzerinde ağır ağır pişirilmesi gerektiğini söyleyen Dr. Sinan Akkurt, etin yanı sıra kısır, salatalar, süt ve yumurta içeren börek, pasta gibi yiyeceklerin soğutma kaplarında saklanmaması durumunda zehirlenmeye yol açtığına dikkat çekti.

Mangal yaparken çok dikkatli ve titiz olunması gerektiğini vurgulayan Dr. Sinan Akkurt, "Etler alevli kömür üzerinde değil, kor haline gelmiş kömür üzerinde pişirilmezse zehirlenme riski çok yüksektir. Çok alevli ateşte pişirilen etler, hem içi çiğ kalacağından, hem de kömür alevi nedeniyle sağlığımızı tehdit eder. Özellikle kömürün üzerine damlayan yağların yanması sonucunda ortaya çıkan kimyasalların solunması ya da yapıştığı etlerin yenmesi kanserojendir." dedi.

Yiyeceklerin sıcakta çok hızlı bozulduğuna dikkat çeken Dr. Sinan Akkurt, yalnızca et değil, kısır, börek, pasta, salata çeşitleri, sandviç gibi ürünlerin de bu açıdan tehlikeli olduğuna, muhakkak soğutucu ya da buzda bekletilmesi, bu mümkün değilse soğukken bekletilmeden tüketilmesi gerektiğine vurgu yaptı. Sıcak hava ve nemin bu gibi besin maddelerinde birkaç saat içinde milyonlarca bakteri oluşturabileceğini açıkladı.

Piknik hijyeni için bunlara dikkat

Bozulan gıdaların yanı sıra çok fazla çeşidin karıştırılıp yenmesi durumunda da mide sorunları yaşanacağına dikkat çeken Dr. Akkurt, ayrıca "Plastik yerine cam tabak, bardak tercih etmeli, özellikle sıcak yiyecek ve içecekleri plastik kaplarda tutmamalıyız. Ellerimizi sürekli yıkamalıyız." dedi.

Piknik alanlarındaki çeşme sularının insan/hayvan dışkısı ya da atıklarına karışmış olabileceğini hatırlatan Dr. Akkurt, içme suyu olarak kullanılmasa bile kirli suyla yıkanan sebze meyvelerin de mikrop bulaştırabileceğini belirtti. Hazır satılan buzların da bu güvenilir bir kaynaktan temin edilmemişse kirli sudan yapılması suretiyle ishal, bulantı, kusma şikayetlerine yol açabileceğini dile getirdi.

Sıcak havada alkol ve yanı sıra çay, kahve, kola gibi içeceklerin vücudun su kaybını hızlandırdığını açıklayan Dr. Akkurt, özellikle güneş altında iken susuzluk ve hararetin su ile, uygun soğutma koşulları sağlanabiliyor ise ayran, maden suyu, kefir, limonata, süt, buzlu kahve, soğuk bitki çayları ile giderilmesini önerdi. Dr. Akkurt, "Üç dilim karpuz sizi hemen rahatlatır. Kalsiyum ve mineral zengini sodalı ayran uzun süreli serinlik sağlar. Kiraz, şeftali, siyah üzüm gibi meyveler harareti keser." şeklinde konuştu.

Kilo vermeyi engelleyen 3 neden

Ne yaparsam yapayım kilo veremiyorum diyenlerden misiniz? Belki de sorun yediklerinizde değildir...

Pek çok kişi aynı dertten mustarip! Ne yaparlarsa yapsınlar kilo veremiyor, aylarca diyet uygulamalarına rağmen fazla kilolarından kalıcı olarak kurtulmayı başaramıyorlar. Hal böyle olunca "Diyetimi aksatmadığım halde vücudum direnç gösteriyor" diyerek sineye çekiyor, aslında bunun altında kolayca çözülebilecek sorunların yattığını bilmeden çaresizce kabullenebiliyorlar!

Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Olcay Barış, "Bu durumda endokrinoloji uzmanına başvurmanızda fayda var. Çünkü tiroit hormonunuz yavaş çalışıyor, demir veya D vitamini eksikliği yaşıyor olabilirsiniz.

Bu 3 neden vücudunuzun kilo vermeye karşı direnç göstermesine neden olan ama çözülebilen sorunlar. Düzenli ve tempolu yürüyüşü de ihmal etmediğinizde fazla kilolarınızdan kalıcı olarak kurtulabilirsiniz" diyerek kilo vermenin önündeki 3 engeli ve yapılması gerekenleri anlattı.

1. Tiroit hormonunun yavaş çalışması
Ülkemizde en sık görülen metabolizma hastalıklarından biri hipotiroit her yaşta ortaya çıkabiliyor. Basit bir kan testiyle tanısı konulabilen tiroit hormonunun yavaş çalışması kilo verememenin yanı sıra birçok sorunu da beraberinde getirdiğinden tedavi edilmesi şart. Diyet tedavisinde ise; kan şekerini çabuk yükselten glisemik indeksi yüksek gıdaları beslenme düzeninden çıkartmak çok önemli. Beyaz ekmek, pirinç pilavı, patates, makarna, havuç, mısır, muz, incir, meyve suları gibi glisemik indeksi yüksek besinler ve içecekler beslenmenizde yer almamalı.

2. Kansızlık
Ülkemizde özellikle üreme çağındaki kadınlarda çok sık görülen demir eksikliği kilo vermeyi güçleştiriyor. Halsizlik, çarpıntı, sinirlilik, üşüme ve sürekli uyku isteğine de yol açan demir eksikliği kan tahliliyle ortaya çıkıyor. Demirden zengin kırmızı et ve yumurta başta olmak üzere çekirdekli siyah üzüm, pekmez gibi besinleri mutlaka tüketin. C vitamini demir emilimini arttırdığı için yumurta ve kırmızı etin yanında bol yeşillik yiyin. Süt, yoğurt gibi kalsiyumdan zengin besinler demir emilimini azalttığından demir içeriği yüksek besinlerle birlikte tüketmeyin. Çay ve kahveyi yemeklerden en az bir saat sonra tüketin.

3. D vitamini eksikliği
D vitamini yetersizliği çok ciddi sağlık sorunlarına yol açmasının yanı sıra; kilo vermeyi güçleştiriyor, kilo almayı ise kolaylaştırıyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Olcay Barış "Bir kişinin D vitamini ihtiyacının sadece yüzde 10'u besinler aracılığıyla sağlanabilmektedir. Kişinin vücudundaki D vitamininin yüzde 90-95'i güneş ışınlarının etkisi ile deride sentez edilir. D vitamininin en iyi kaynağı güneş olduğundan yazın olduğu gibi sonbahar ve kışın da güneşli anları kaçırmayıp 15-20 dakika koruyucu krem sürmeden güneşten faydalanmak gerekir" diyor. Yağda çözülen D vitamini için en iyi besinlerin başında ise balık yağı, ciğer, peynir ve yumurta sarısı geliyor.

Midemiz ve bağırsaklarımız canlı organlardır

Sağlıklı kişiler yılda en az iki kere kısa süreli bile olsa yeşil diyeti denemeli. 1-2 gün proteinsiz beslenme vücuda çok şey kazandırır. Bu süre içerisinde özellikle sindirim ve boşaltım sistemi çok rahatlar. Unutmayın ki midemiz ve bağırsaklarımız canlı organlardır.

Kaliteli yaşam Uzmanı ve Yrd. Doç. Dr.: Haluk Saçaklı

Toksin bir sistem asididir. Oysa vücudun fonksiyonlarını etkili bir şekilde sürdürebilmesi için ise alkalin bir ortama ihtiyacı vardır. Vücudun toksik etkisini azaltmak (detoks), bu alkalin ortamını yaratıyor ve bu şekilde bedenin kendisini yenilemesini sağlıyor. Bir detoks devresi, bir günle bir ay arasında değişiyor. Toksin ortamdan arınmanın birkaç yolu var. En yaygın ve hızlı yöntem, birkaç gün rafine ya da işlenmiş yiyeceklere ara verip, yalnızca bol su ya da sebze ve meyve suyu içmek.

Detoks temizlenmemizi, tazelenmemizi ve yenilenmemizi sağlıyor. Ancak, bazı yan etkileri de yok değil. Bunların oluşması ise çok normal, çünkü detoks sırasında parçalanan yağların içindeki toksinler, vücuttan atılmak üzere yeniden dolaşım sistemine bırakılıyor. Bu sürecin başladığını şunlardan anlıyoruz:

• Nefesiniz kokmaya başlıyor.
• İdrarınızın rengi koyulaşıyor, kokusu keskinleşiyor.
• Sık sık mideniz bulanıyor ve halsizlik hissedebiliyorsunuz.
• Başınız çatlar derecede ağrıyabiliyor.
• Daha fazla üşüme hissi oluyor.
• İshal de oluşabiliyor.
• Aşırı hassas hatta sinirli olabiliyorsunuz.

Tüm bu olumsuzlukların geçici olduğunu unutmayın. Bazı kadınlarda detokstan sonraki iki ya da üç regl dönemi her zamankinden daha kuvvetli olabiliyor. Bedenimiz sürekli olarak iç ve dış kaynaklardan toksin (zehir) bombardımanı altında kalıyor. Vücudumuz bunca yıpratma ve saldırı karşısında boş durmuyor. Karaciğer, böbrek, deri, ince ve kalın bağırsak, idrar torbası, lenfatik sistem ve bağışıklık sistemlerini devreye sokarak toksinleri atıyor. Böylece vücudumuz dengeyi sağlamaya çalışıyor. Ne kadar genç ve sağlıklıysanız bu süreç o kadar etkili oluyor.

Ancak yaş ilerledikçe ya da vücudun kendi kendini temizleme mekanizmasına aşırı yükleme oluyor. Sonuç olarak vücut, temizlenmediğinden fazla toksin tutmaya başlıyor. Başıboş dolaşan toksinler ise hücrelere ve yağ depolarına dadanıyor, sistemin çalışmasını engelliyor. Sağlıklı ve zinde kalmak uğruna vücut için yaşamsal değeri olan besinleri tüketmeye başlıyor. Tüm bunlardan kurtulmak için yılda iki kez detoks yaparak daha sağlıklı bir hayat sürebilirsiniz.

TOKSİN VÜCUDUMUZDAN NASIL ATILIYOR?
Toksinlerin ilk durağı karaciğer, burada çeşitli kimyasal işlemlerden geçerek vücuttan atılmaya hazır hale geliyorlar. Böbreklerden idrar, deriden ter, bağırsaklardan da dışkı yoluyla dışarı atılıyorlar. Eğer karaciğer, böbrekler veya bağırsaklar görevlerini tam yerine getiremiyorlarsa toksinler vücuttan tam anlamıyla atılamıyor demektir.

DETOKS SONRASI DİKKAT!
Detoks uygulaması bittikten sonra, belirli bir süre hamur işlerinden kaçının. Yiyecekleri yavaş yavaş çiğneyerek ve küçük miktarlarda almaya çalışın. Bu şekilde midenizi alıştırmaya çalışın. Birkaç gün daha kafeinden uzak durun. Detoks yalnızca vücudunuzun değil, beyninizin de dinlenmesini sağlıyor. Meditasyonla bunu destekleyin. Olaylar hakkında pozitif düşünmek, daha mutlu ve net bir zihinle daha mutlu ve sağlıklı bir hayatın kapılarını açacaktır. Mutlu olmak ya da olmamak sizin elinizde. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceği, sizin nasıl düşüncelere sahip olduğunuza bağlı. Mutluluğun kapısını ancak sevgiyle açabilirsiniz. Sevgi neredeyse mutluluk oradadır. İnsanları doğayı, canlıları… Kısaca sizi mutlu edebilecek her şeyi sevin.

Dünyayı kendi bakış açımızla yaratırız. Üzüntü veren ve hayal kırıklığıyla dolu bir dünyada yaşadığımızı düşünürsek eğer, en sonunda üzülür ve hayal kırıklığına uğrarız. Yaşadıklarımızın şimdiye kadar olup bitenin en iyisi olduğuna inanırsak da, her gün şaşırtıcı oluşumlarla dolu iyi bir gün olacaktır.

Sivilce gençlerin psikolojisini bozuyor

Ergenlik çağında gençlerin en büyük sıkıntılarından biri akne ve sivilceler oluyor. Okulların da açılmasına sayılı günler kala, birçok genç şimdiden akranlarının alaylardan korkar hale geldi.

Ailelerin sivilceyi basit bir ergenlik sorunu olarak görmesinin çok büyük hata olduğu, gençlerin kendilerine güvenini zedeleyen ve psikolojisini bozan bu sorunun scar ve yara izlerine dönüşmeden tedavi edilmesi gerektiği vurgulanıyor.

Okulların açılmasına günler kala birçok gencin en büyük sıkıntısı ve alay edilmek ise en büyük korkusu haline geldi.Sivilce nasıl olsa geçer diye önlem almamak ailelerin yaptığı en büyük yanlışlar arasında yer alıyor. Ergenlik çağına girmiş sivilcesi olan gençlerin, ciltlerinde scar ve yara izi kalmaması için bir an önce tedaviye başlaması gerektiğini belirten Ladies Güzellik Merkezi Cilt Bakım Uzmanı Burcu Güleryüz, sivilcenin sosyal ve psikolojik etkiye sahip bir hastalık olduğunun altını çiziyor.

"Sivilce İlk Çıktığı Andan İtibaren Önlem Almak Gerekiyor"

Pek çok ailenin sivilceyi basit ve geçici ergenlik çağı hastalığı olarak gördüğünü ve bunun çok yanlış bir düşünce olduğunu belirten Burcu Güleryüz, "Sivilce, sosyal ve psikolojik etkiye sahip bir hastalıktır. Sivilce problemi olan kişilerde kendine güvensizlik gelişebilir. Bu nedenle gençlerin cildini çok yormayacak medikal cilt temizleme işlemlerine sivilce ilk çıktığı andan itibaren başlamak gerekiyor.

Cildi çok iyi arındırdığımızda ve derinlemesine temizlediğimizde yeni oluşanların önüne geçmiş oluruz. Ayrıca var olan, akneleri ve sivilceleri kurutacak karbondioksit maskeleri gibi bakımların yapılmaya başlanması gerekiyor. Sivilce kurutmada en önemli tedavilerden biri olan salisilik asit içeren bakımlar da yapılabilir.

Ailelerin unutmaması gereken en önemli konu, aknelerden kaynaklanan scar ve yara izleri oluştuktan sonra bunun tedavisinin çok daha zor olduğu ve belki de gençlerin tüm hatayı boyunca bu izlerle yaşamak zorunda kalabilecekleri" açıklamasında bulundu.

Sebze yiyen erkeklerin kokusu kadınları cezbediyor

Diyetisyen Emre Uzun, erkeklerin yaptığı diyetin vücut kokularını etkilediğini, bu kokunun da kadınlar üzerinde farklı etkilere yol açtığını belirtti. 

Emre Uzun, erkeklerin kadınlara daha çekici görünmek için egzersizin yanı sıra diyete de yöneldiğini ve bu çabaların da erkeklerin dış görünüşleri üzerinde etkili olduğunu dile getirdikten sonra farklı bir gerçeğe dikkat çekti: "Burun, kalbe açılan gerçek bir pencere… Dolayısıyla bir erkek ne kadar bakımlı, fit vs. olursa olsun, kadını asıl kokusuyla etkiliyor. Erkeğin yaptığı diyet de bu koku üzerinde ciddi bir etkiye sahip."

43 ERKEK, 9 KADIN VE 242 FARKLI GIDA!
Diyetisyen Emre Uzun'un açıklamasına göre yapılan ilginç bir araştırma da bunu doğruladı. Önce 43 erkek ve 9 kadın, bir deney grubuna dâhil edildi. Erkeklerden, günlük giysilerinin altına 24 saat boyunca düz, pamuklu birer tişört giymeleri istendi. Söz konusu 24 saat boyunca aromalı, kokulu, baharatlı yiyeceklerden kaçınmaları ve tişört üzerlerindeyken en az bir saat sürecek bir egzersiz seansına katılmaları istendi. İşlem tamamlandıktan sonra, erkeklerin giydiği tişörtler toplandı ve derin dondurucuya kondu. Bu arada erkek deneklerin her birine beslenme alışkanlıklarıyla ilgili ayrıntılı bir anket yapıldı ve son bir yıl içinde, önceden belirlenmiş 242 gıdadan en sık yediklerini işaretlemeleri istendi. Bu gıda maddeleri arasında da meyveler, sebzeler, et, deniz mahsulleri, yumurta, bitkisel yağlar, iç yağı, karbonhidratlar vb. gruplar yer alıyordu.

KADINLARIN HOŞ BULDUĞU ERKEK KOKUSU!
Daha sonra tişörtler derin dondurucudan çıkarıldı ve 9 gönüllü kadından bu tişörtleri koklaması istendi. Sonuç çarpıcıydı: Kadınlar çoğunlukla rafine edilmiş gıdalar ve karbonhidratlarla beslenen erkeklerin kokusunu itici bulmuştu. Onun yerine ağırlıklı olarak meyve ve sebze ile beslenen erkeklerin vücut kokusunu tercih etmişlerdi. Farklı bir ifadeyle, daha fazla sebze, meyve yiyip doğal beslenen erkeklerin kokusu kadınlara daha hoş geliyordu…

Diyetisyen Emre Uzun, bunun beslenme ve vücut kokusu arasındaki bağlantıyı ortaya koyan ilk deney olmadığını belirttikten sonra, "Yenen gıdalar, koku ve cazibe arasında üçlü bir bağ var ve bu da uzun zamandır araştırma konusu. Bu araştırmalar, yediklerinizin sadece vücut kokunuzu nasıl etkilediğini değil aynı zamanda o kokunun sağlıklı hayatın güçlü bir göstergesi olabileceğini, daha da önemlisi vücut kokusunun, potansiyel bir eşin özel ilgi alanına girebileceğini gösteriyor" diyor.

MEYVE-SEBZEDEN ŞAŞMAYIN!
Meyve ve sebze temelli beslenmenin "en sağlıklı yemek planı" olduğuna dikkat çeken Emre Uzun, "Bitki esaslı diyetler, kilo vermek kadar zihin sağlığı için de idealdir. Ayrıca, hastalıktan kaçınmak için en akıllıca tercihtir. Genel diyet kalıplarına bakıldığında bitki temelli bir diyet, daha az hastalık riski taşır ve bireyi daha sağlıklı tutar" diyerek, sebze ve meyvelerin genel yararlarını da hatırlatıyor ve ekliyor: "Sonuç olarak sağlıklı bir diyet, sağlıklı bir yaşam için esas. Ancak kadınların seçimi konusunda da bir o kadar etkili!"

Her 4 kadından 3'ü bu belirtileri yaşıyor

Adet düzensizliği, ateş basması, aşırı terleme ve istemsiz kilo alımı… Menopoz süreci öncesinde kadınların yaşadığı şikayetler genellikle benzerlik gösteriyor. Ancak bu dönemde kişiye özel tedavilerle menopoz sağlıklı bir şekilde geçirilebiliyor. 

"Menopoz kadınlar için hayatın sonu değil, aksine yeni bir başlangıç olarak değerlendirilmelidir" diyen Memorial Ankara Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü'nden Op. Dr. Başak Ovayurt Öndeş, "18 Ekim Dünya Menopoz Günü" öncesinde menopozu sağlıkla geçirmenin yolları hakkında bilgi verdi.

İlk aşama perimenopoz dönemi
Menopoz, kadının yumurtlama fonksiyonunun kalıcı kaybıyla ortaya çıkan, adet kanamalarının tamamen sona ermesi halidir. Başka bir neden olmaksızın bir yıl süresince adet görmeyen kadının menopoza girdiği söylenebilir. Kadının hormonal, biyolojik bir takım değişiklikler yaşadığı, bunların sonucunda da menopoz belirtilerinin gözlendiği dönem ise perimenopoz olarak adlandırılır. Perimenopoz, 6 ay da sürebilir, 5-6 yıla kadar da uzayabilir. Belirtilerin başlamasından tam menopoza kadar geçecek süreyi söyleyebilmek mümkün değildir.

Belirtileri tanıyın
Perimenopoz dönemi kadının yumurtalıklarının iki temel kadınlık hormonu olan estrojen ve progesteron üretiminin yavaş yavaş azalmaya başladığı dönemdir. Bazı kadınlar herhangi bir belirti yaşamazken, her dört kadından üçü bazı belirtiler yaşar. En sık görülenler arasında düzensiz adet kanamaları, ateş basmaları, gece terlemeleri, uyku bozuklukları, ani duygu durum değişiklikleri, libidoda azalma, kilo almaya yatkınlık, konsantrasyon güçlüğü, vajinal kuruluk hissi sayılabilir.

Sağlıklı ve kaliteli bir menopoz dönemi için 5 öneri
Bu dönemde kapsamlı bir tıbbi değerlendirme yapılmalıdır. Öncelikle kadının tıbbi özgeçmişi, adet düzeni, yakınmaları değerlendirilmelidir. Menopozdaki kadın için sağlık açısından en temel iki sorun osteoporoz ve kalp damar hastalıklarıdır. Bunların yanı sıra depresyon açısından diyabet, hipertansiyon, obezite, varis, damar tıkanıklığı gibi hastalıklarda gözden geçirilmelidir. Her kadın kendisine özel sağlık riskleri taşıdığı için yaşam tarzı değişiklikleri planlanmalı ve önlemler alınmalıdır.

Menopozu tetikleyen en büyük etken ise sigara kullanımıdır. Sigara içen kadınlar yumurtalarını erken kaybederek menopoza 2 yıl önce girme tehdidiyle karşı karşıya kalırlar. Menopozu ötelemek için yapılabilecek en etkili hareket sigara içmemek veya içiliyorsa bırakmak olacaktır.

Menopoz, kadının üreme çağının sonudur ancak kadınlığı üremek ile eşdeğer tutmamak gerekir. Kadınlar bu dönemi yeni bir hayatın başlangıcı olarak görmeli ve menopozun hayatın doğal akışındaki yeri kabul edilmelidir.

Sağlıklı, özenli bir beslenmenin yanı sıra egzersiz rutin hale getirilmelidir. Doktor tarafından önerilecek dönemsel desteklerle beden ve ruh sağlığını önceleyerek eğlenceli, daha keyifli yaşam dönemi olarak algılanmalıdır.

Menopoz sonrası cinsel yaşam devam eder. İstenmeyen gebelik endişesi ortadan kalktığı için daha özgür bir cinsel yaşam sağlanır. Libido azalabilir ancak kadınlar bunu yönetebilecek, besleyebilecek olgunluğa sahip olduğundan cinsel hayatı yaşamın bu dönemine göre rahatlıkla düzenleyebilir.

Evdeki Gizli Tehlike: Mikrofiber Temizlik Bezleri!

Mikrofiber içeren temizlik bezleri, temizlik işlerimizde en büyük yardımcılarımızdan biri. Temizlik yapılan yüzeylerde deterjan kullanımı gerektirmemesi, az miktar su ile temizliğe olanak sağlaması, toz, kir, mikrop ve bakterileri hapsetmesi açısından bu temizlik malzemeleri avantajlı gibi gözüküyor. Peki, bu kadar kullanışlı ve pratik olan mikrofiber temizlik malzemeleri göründükleri kadar masum mu? 

DoktorTakvimi.com doktorlarından Doç. Dr. Ece Harman aslında o kadar da masum olmadıklarını açıklıyor.

Günümüzde, mikrofiber bezleri pek çok temizlik işinde kullanıyoruz. Temizlik yapılan yüzeylerde deterjan kullanımı gerektirmeyen, az miktar su gerektiren ve toz, kir, mikrop, bakteri gibi zararlıları içine hapseden Mikrofiber temizlik bezleri, gerçekten de avantajlı gözüküyor. Peki, bu temizlik araçları gerçekten göründükleri kadar masum mu? DoktorTakvimi.com doktorlarından, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Doçent Doktor Ece Harman, bu temizlik araçlarının gerek kanser gerekse hormon bozuklukları ile ilişkisinin halen tartışıldığına dikkat çekiyor.

Mikrofiber nedir? İçeriğinde ne var?
Gerek temizlik bezi gerekse temizlik süngeri içerisinde bulunan mikrofiber; kimyasal olarak polyamid, polyester ve elyaf içeriyor. Bu temizlik materyalleri içinde bulunan kimyasal ürünler metrelerce uzatılıp inceltilmeye olanak verdiğinden, temizlik yüzey alanını genişletiyor ve daha etkili temizliği mümkün kılıyor. Ancak polyester ve poliamid içeren ürünler üreten bir fabrikada yapılan çalışmada, işçilerde ilerleyen yıllarda istatiksel olarak anlamlı ölçüde kanser artışları olduğu gözlemlendi. Akciğer, prostat, cilt kanserleri sıklığında da anlamlı bir yükselme olduğu saptandı.

Kanserden obeziteye pek çok soruna yol açabiliyor
Bu kimyasal ajanların kanser oluşturma olasılığı dışında ayrıca Endokrin sistem denilen hormon üretimi ve salgısını bozma gibi etkileri de ayrı bir tartışma konusu. İnsan vücudundaki organ, sistem ve hatta hücrelerin birbiriyle iletişim kurması ve bilgi alışverişinde bulunmasını sağlayan sinyal ileti sistemi de bu kimyasal ajanlardan etkilenebiliyor. Bu haberleşme ağının düzenleyicilerinden Endokrin sistem, ürettiği hormonlarla yaşamsal aktivitelerimizi düzenliyor. Ancak mikrofiberi oluşturan polyamid, polyester, elyaf, naylon, bisfenol A gibi kimyasallar, sinyal ileten ağlarda bozukluğa yol açarak hormon salgılanması ya da etkileşimini engelleyerek, bir tür karışıklığa yol açıyorlar.

Günümüzde neredeyse her evde bulunan temizlik malzemeleri, plastik ambalaj, şampuan, oyuncak, biberon, su arıtma sistemleri içindeki membranlar gibi pek çok ürünün içinde bulunan bu kimyasal maddeler, erişkinlerde çeşitli kanser türleri, kısırlık, depresyon, sık hastalanma, bağışıklık sisteminde zayıflık, yeme davranış bozuklukları, erken yaşlanma; çocuklarda ise obezite, hiperaktivite, otizm, gelişme geriliği, öğrenme güçlükleri gibi sorunlara yol açabiliyor.

Sivrisinek kovucu olarak lavanta gibi uçucu yağlardan yararlanın
Yaşama alanlarımızda kullandığımız bu kimyasal ajanlara karşı toplum bazında farkındalık yaratılmasının önemine dikkat çeken Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Doçent Doktor Ece Harman, bu konuda alınabilecek basit ama gerekli önlemleri şöyle sıralıyor;

*Çocuklarda farkındalık yaratılması için okullarda eğitim seminerleri düzenlenmesi,
* Çevre kirliliğinin önlemesi için tedbirlerin alınması,
* Endüstriyel atıkların filtrelenmesi,
* Çocuk sahibi olmayı planlayan çiftlere, gebelere ve yeni annelere eğitim verilmesi,
* Gıda seçiminde dikkatli olunması,
* Plastik yerine cam şişe sularının tüketilmesi,
* Ergen veya geç ergenlik belirtisi gösteren, hızla ve aşırı kilo alan çocukların hekim muayenesinden geçirilmesi,
* Deterjan, temizlik sıvıları ve ilaçların lavaboya dökülmemesi,
* Mutfaklarda temizlik malzemesi olarak kullanılan ve mikrofiber (poliyester, poliamid ) içeren ürünlerin tercih edilmemesi,
* Sivrisinek kovucu olarak doğal uçucu yağların (lavanta, okaliptus, limon, nane gibi) kullanılması.

7 Haziran 2019 Cuma

Doğumdan sonra spora hazır mısınız?

Doğum yaptıktan sonra koşmak ve spor yapmak vücudunuza enerji verir ve doğumdan sonra kendinize zaman ayırmanızı sağlar. Ancak koşmaya ve spor yapmaya hazır olduğunuzu hissettiğinizde spor yapmaya zaman ayırmanız gerekir.

Bazı anne adayları doğumdan sonra koşuya başlamanın kaslar ve bağlar üzerinde zorlayıcı etki meydana getirdiğini düşünür. Doğum şekliniz ve iyileşme sürecinizle ilişkili olarak doktorunuzun da onayıyla belli bir süre spora başlayamayabilirsiniz.

Yeni anne olmuş kadınlara yönelik spora ve koşmaya başlamak için bir sürü yol vardır. Hatta yeni anne olmuş kadınların çeşitli egzersizleri yaptıktan sonra anne sütünün değiştiği gözlemlenmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Gamze Şenbursa, doğumun ardından tekrar spora ve koşmaya başlamak için en güzel önerilerileri sizler için kaleme aldı:

SPOR YAPARKEN KEYİF ALIN

"Spor yapmak sizin için sıkıcı bir iş haline gelmemeli. Spora başlamayı hedeflediğinizde neden sporun ya da koşmanın sizi mutlu ettiğini düşünün ve bunun için motive olun. Enerjiniz olmadığını hissetseniz bile, kendinize ayıracak belli bir zaman bulabilirsiniz ve yeniden egzersize başlamak sizin daha enerji dolu hissetmenizi sağlar.

DOĞUMDAN SONRA SPOR YAPMANIN FAYDALARINI DÜŞÜNÜN

Doğumdan sonra yapılan egzersizlerin pek çok açıdan fayda sağladığı görülmüştür. Fazla kiloların verilmesi, kaygının giderilmesi, depresyonun önlenmesi ve kardiyovasküler fitness düzeyinin arttırılması açısından yararlıdır. Komplikasyonsuz bir gebelik ve doğum sonrası yürüyüş, pelvik taban kaslarını kuvvetlendirme ve esnetmeden oluşan bir egzersiz programına hemen başlanabilir.

HIZLI SONUÇ ALMAK İÇİN KENDİ SINIRLARINIZI ZORLAMAYIN

Hemen değişim beklemeyin. Şayet performansınız doğumdan önceki performansınızdan daha düşükse sakın kendinizi berbat hissetmeyin. Her yeni anne spora başka bir süratle başlar. Az ve az yüklü bir koşuyla başlayın ki vücudunuz bir daha koşmaya alışsın.

DAHA ÖNCE YAPTIĞINIZDAN FARKLI TARZDA BİR SPOR YAPIN

Yeni çocuk sahibi olduğunuz için eski spor yapma şekliniz sizinle uyumlu olmayacaktır. Daha önce yaptığınız seviyede olmayabilirsiniz. Bundan dolayı farklı tarzda yeni bir egzersize merak salabilirsiniz. Buna bağlı olarak şayet belli bir zamanda ya da her hafta spor yapmak istiyorsanız bebeğinizin güvenilir ellerde olduğundan emin olun.

BESLENMENİZE DİKKAT EDİN, BOL BOL SU İÇİN

Beslenme ve sıvı/akışkan alımı bir sürü şeyden daha mühimdir. Koşarken ve spor yaparken olması gerektiği kadar su içtiğinizden emin olun. Şayet emziriyorsanız ekstra 500 kaloriye ihtiyacınız vardır ve daha fazla su tüketmeniz gerekir.

Spor ve egzersizlerin yanı sıra doğum sonrası vücudunuzda meydana gelen değişikliklere müdahale etmek istiyorsanız alternatif tıp tekniklerinden faydalanabilirsiniz. Refleks Terapi yöntemiyle de hayatınızı kolaylaştırarak doğum sonrası depresyon, uyku bozukluğu, iştah gibi hormonal problemlerinizi ortadan kaldırabilirsiniz."

Sağlıklı bir tatil geçirmek için ipuçları

Sağlıklı bir tatilSabri Ülker Vakfı, sıcak yaz günlerinin ve tatilin tadını çıkarırken sağlık problemleriyle karşılaşmamak için yapılması gerekenlere dikkat çekiyor.

Sıcak yaz günleriyle birlikte tatil planları da yapılmaya başlanıyor. Tatil beldelerinde ve yazlık bölgelerde denizin, güneşin ve keyifli akşamların tadını çıkaranlar için sıcak havalarla birlikte gelen sağlık sorunları tatil keyfine limon sıkabiliyor. Özellikle sıcak havalarda, kalp-damar, diyabet, yüksek tansiyon gibi sağlık problemleri yaşayanlar, yaşlılar, bebekler ve hamileler risk grubunu oluşturuyor. Sabri Ülker Vakfı, sağlıklı bir yaz tatili için dikkat edilmesi gereken noktaları şöyle anlatıyor.

Bol sıvı tüketilmelisiniz

Sıcak havalarda terleme ile vücut daha fazla su ve mineral kaybeder. Bu nedenle günde en az 2-2.5 litre su tüketmeye dikkat edin. Mineral kaybını dengeleyebilmek için ayran, kefir, maden suyu, taze sıkılmış meyve suları, smoothie'ler veya aromalandırılmış sulardan yararlanabilirsiniz. Karpuz, kavun, çilek, şeftali, kayısı kiraz gibi su içeriği yüksek meyveler hem iyi birer antioksidandır hem de sıvı ihtiyacınızı gidermeye yardımcı olur.

Seyahate çıkarken rahat kıyafetler tercih edilmeli ve açıkta satılan gıdalara dikkat etmelisiniz

Uçak seyahatlerinde bol ve rahat kıyafetler tercih edin. Saat farkı fazla olan yerlere seyahat ediyorsanız jet lag problemi yaşamamak için seyahat öncesinde yeterli uyuduğunuzdan ve sıvı aldığınızdan emin olun. Seyahat ederken hijyeninden emin olmadığınız yerlerde çiğ meyve ve sebze, açıkta satılan dondurma gibi ürünleri tüketmeyin. Otellerde açık büfelerin cazibesine kapılmayın. Hem kilo yönetimi hem de sindirim sisteminizin sağlığı için zeytinyağlı sebzeler, haşlama veya ızgara etler, yoğurt ve salataların yanı sıra ağır tatlılar yerine dondurma veya meyveli tatlıları tercih edin.

10.00-16.00 arası güneşten korunun

Doktorun teşhis ettiği herhangi bir hastalığınız varsa ya da hamileyseniz güneş ışınlarının yoğun olduğu 10.00-16.00 saatleri arasında güneşe doğrudan maruz kalmamaya özen gösterin. Bebek ve çocukların da bu saatlerde güneş ışığına maruz kalmasına izin vermeyin. Egzersiz yapıyorsanız; sıcaklığın gün içine göre daha düşük olduğu sabahın erken saatlerini ya da akşam saatlerini tercih edebilirsiniz. Geceleri uyumakta zorlanıyorsanız ılık bir duş sıcak havalarla daha kolay baş etmenize yardımcı olabilir.

Bu belirtilere dikkat edilmeli

Birçok sağlık sorunu ortaya çıkmadan önce farklı belirtilerle kendini gösterir. Eğer dikkati davranır ve bu belirtiler görüldüğünde bir uzmana ve sağlık kuruluşuna danışırsanız sağlık sorunları büyümeden önlenebilir. Su kaybının temel belirtileri ağız kuruluğu, yorgunluk, koyu sarı renkli idrardır. Böyle bir durumda sıvı alımınızı artırmanız gerekir. Yaz aylarında sıkça rastlanan kramplar ise özellikle bacak kaslarında meydana gelen ani kasılmalarla kendini belli eder. Bu durumda daha fazla su alıp kavun, patates, kayısı gibi potasyumdan zengin besinleri tüketebilir, kramp oluşumunu önleyebilirsiniz.

Çok ciddi sonuçlar doğurabilen sıcak çarpmasının belirtileri arasında kuru, sıcak ve kızarmış cilt, terlemenin azalması, nefes darlığı, nöbet, nabzın hızlanması sayılabilir. Ölüme kadar gidebilen zehirlenme vakaları ise ishal, kusma, baş ağrısı, ağız kuruluğu, halsizlik, sıvı kaybı, hızlı nabız gibi belirtilerle ortaya çıkar. Her iki durumda da vakit kaybetmeden en yakın sağlık kuruluşuna ya da hekime danışmak gerekir.

Yeterince bilinmiyor ama çok çektiriyor…

Meme kanseri tedavisinde kullanılan cerrahi, kemoterapi ve radyoterapi sayesinde bugün tedavide son derece yüz güldürücü sonuçlar alınabiliyor. Ancak, hastalar için uzun ömür imkanı sunan bu tedaviler bazı yan etkiler de yaratabiliyor. 

Bunlardan biri de her 4 meme kanseri hastasından birinin karşılaştığı lenfödem. Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cihan Uras ve Acıbadem Atakent Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Vildan Çerçi, yaşam kalitesini ciddi olarak etkileyen ve hastaların gündelik hayatını sürdürmesini bile engelleyebilen bu sorunun kontrol altına alınabilir ve tedavi edilebilir olduğunu belirtiyor. Ancak bu noktada hastalara da büyük görevler düşüyor.

Vücut savunmasında bağışıklık sistemi ile birlikte çalışarak koruyucu bir filtre görevi üstlenen lenf sistemi, bu denli önemli bir görevi bulunmasına karşın çok fazla tanınmıyor. Aslında hangi nedenle olursa olsun bu sistemin düzgün çalışmasını engelleyecek herhangi bir sorun karşısında damarlar hücrelerden gelen atık sıvıyı boşaltamıyor. Dokular içinde birikmeye başlayan bu sıvı da vücudun farklı bölgelerinde şişlik ve şekil bozukluklarıyla kendini gösteren lenfödeme neden oluyor.

Doğuştan gelen veya sonradan ortaya çıkabilen bu sorunla en çok mücadele edenlerin başında ise meme kanseri tedavisi gören hastalar geliyor. Meme kanseri cerrahisi sırasında memeyle birlikte lenf nodlarının alınmasına bağlı olarak lenfödem gelişebiliyor. Meme kanseri yaygınlığı düşünüldüğünde sorunun ne denli geniş bir kitleyi ilgilendirdiği de doğal olarak ortaya çıkıyor.

Meme kanserinin bugün tedavide oldukça başarılı sonuçlara ulaşılan kanserlerin başında geldiğini hatırlatan Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cihan Uras, dolayısıyla tedavi sonrasında kaliteli ve sağlıklı yaşamın da son derece önem taşıdığını söylüyor. Bu noktada yaşamı etkileyen lönfödemi önlemek konusunda hastaların bilinçlenmesinin önemine işaret ediyor.

Lenfödem riskini artıran faktörler

Bugün istatistikler her 4 meme kanseri hastasından birinde lenfödem ortaya çıktığını gösteriyor. Ancak yine de lenf nodları alınan her hastada bu sorunun gelişeceği anlamına gelmiyor. Bu noktada bazı risk faktörleri devreye giriyor. Memeyle birlikte koltukaltından alınan lenf nodlarının sayısına, nasıl çıkarıldığına bağlı olarak riskin değiştiğini anlatan Prof. Dr. Cihan Uras, "Lenf nodlarında kanser olup olmadığını belirlemek amacıyla birkaç lef nodunun çıkarıldığı 'sentinel lenf nodu biyopsisi'nde hastalığın gelişme riski daha düşük oluyor. Ancak koltukaltından daha fazla lenf nodlarının alındığı 'aksiller lenf nodu diseksiyonu' yapılan hastalarda lenf ödem gelişme riski artıyor" diye konuşuyor.

Bununla birlikte kanser tedavilerinden sonra açığa çıkan lenfödem riski; cerrahi operasyonun doku üzerindeki etkilerine, radyoterapinin komplikasyonlarına, yapısal olarak bireylerin lenfatik sistem farklılıklarına, lenfödem hakkında yetersiz bilinçlendirmeye ve hastanın kişisel dikkatsizliğine bağlı olarak artabiliyor.

Ameliyatın hemen ardından ya da yıllar sonra ortaya çıkıyor

Lenfödemin oluşumunu önlemek için son yıllarda koltuk altındaki tüm lenf nodlarının alınmaması yönünde bir yaklaşım uyguladıklarını söyleyen Prof. Dr. Cihan Uras, "Artık geçmişteki gibi tüm lenf nodlarının alındığı cerrahi anlayıştan uzaklaşıldı. Ancak bazı hastalarda tüm lenf nodlarının alınması da önem taşıyor. Bu gruptaki hastalar, radyoterapi de gördüğü takdirde ameliyattan sonra kolda şişme riski yüzde 17-40 olabiliyor. Bazı hastalarda lenfödem ameliyattan bir ay, bazen de yıllar sonra ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla hastaların riskin ömür boyu devam ettiğini bilerek gerekli önlemleri alması önem taşıyor" diye konuşuyor.

Meme cerrahisi sonrasında ortaya çıkabilecek hafif şişlik normal olarak kabul ediliyor. Genellikle de altı hafta içinde yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Ancak lenfödeme işaret eden ve hemen hekime başvuru gerektiren belirtiler şöyle sıralanıyor: Ameliyatın yapıldığı tarafta ağırlık ve ağrı hissi, kol, el veya meme cildinde sıkılaşma hissi, kolda, elde veya parmaklarda esnekliğin azalması, ciltte sıkılaşma, şişme, çukurlaşma gibi değişiklikler.

Önlem almak tedaviden daha etkin!

Acıbadem Atakent Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof. Dr. Vildan Çerçi, lenfödemin olası etkileriyle mücadele etmektense oluşmadan önlem almanın çok daha etkili olacağını belirterek kanser tedavisi sonrasında alınabilecek önlemleri şöyle sıralıyor:


  • Sürece hastayı da dahil ederek, tedavi sonrasında karşılaşma ihtimali bulunan lenfödem konusunda bilgi vererek önlenebilir bir sorun olduğunun anlatılması,
  • Cerrahi öncesi lenfatik drenajın hızlandırılması,
  • Lenfatik yolları gösterici ve dokulara en az hasar veren koruyucu cerrahi tekniklerinin uygulanması,
  • Cerrahi sonrası lenf drenajının hızlandırılması, mümkün olan en kısa sürede cerrahi uygulanmış kol ya da bacağa uygun egzersiz başlanması,
  • Lenfödem riskini ölçen aletlerle 3 aylık kontrollerin yapılması.


Tedavi süresi hastaya göre değişiyor

Lenfödem gelişen hastalarda ise zaman kaybetmeden tedaviye başlamak gerekiyor. Çünkü, proteinden zengin lenf sıvısı, enfeksiyon oluşmasına zemin hazırladığı için aşırı lenf sıvısının dokularda birikmesi hücresel fonksiyonları bozarak sağlığı tehlikeye sokabiliyor. Dolayısıyla tedavide de en kısa sürede ödemi dokudan uzaklaştırmanın amaçlandığını söyleyen Prof. Dr. Vildan Çerçi, şu bilgileri veriyor: "Tedavide, tüm dünyada uygulanan ve lenfatik sistemi elle uyararak yapılan kompleks fiziksel tedavi yöntemi kullanılıyor. Manuel lenf drenajı, kompresyon (bandaj ve çorap), cilt bakımı ve egzersiz olmak üzere 4 aşamadan oluşan tedavinin süresi lenf ödemin fazlalığı ile ilgili olarak kişiden kişiye değişiyor. Hafif ve yumuşak bir lenf ödem bir ayda dokudan tamamen uzaklaştırılabilir. Ancak ileri vakaların tedavi süresi daha uzun olabileceği gibi, tedavi süreci bittikten sonra da ödem atılmaya devam edebiliyor. Bu süreçte hastanın herhangi bir ilaç kullanmasına gerek kalmıyor. Fakat, kalıcı iyilik halinin devamı için hastanın tedavi sırasında öğretilen yöntemleri düzenli olarak uygulaması da önem taşıyor."

Yaz gelmeden varislerinizden kurtulun

Yaz gelmeden varislerinizden kurtulun Özellikle kadınların kabusu olan varis; bacaklardan dışarıya fırlayan damarlar nedeniyle son derece rahatsızlık verir, sağlık açısından da önemli bir sorun oluşturur. 

Liv Hospital Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Erdal Aslım yaz mevsiminin yaklaştığı bu dönemde varislerinizden kurtulabilmenin yollarını anlattı.

Varis neden oluşur?

Varis bir hastalık değil aksine, en sık olarak toplardamar yetersizliği olmak üzere birtakım nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan bir deformasyon halidir. Genellikle toplardamarların kapakçıklarında ortaya çıkan sorunlar yüzünden olur. Kapakçıklar işlevlerini yeterince yapamayınca kan, yer çekiminin de etkisi ile bacaklardaki damarlarda birikiyor. Damar içinde oluşan basınç artışı kronik hale dönüştüğünde de toplardamarlar elastikiyetini kaybederek genişliyor ve dışarıdan gözle görülür hale geliyor.

Belirtileri nelerdir?

  • Damarlarda belirginleşme, kıvrımlaşma
  • Bacaklarda ortaya çıkan şişlik
  • Günün ilerleyen saatlerinde artan ağrı, ağırlık dolgunluk hissi ve kramp,
  • Kaşıntı, ayak tabanlarında yanma ve ilerlemiş dönemlerde ödem
  • Ciltte renk değişimi ve yaralar
  • Yürüyüş, yüzme ve bisiklet gibi spor türler yapılabilir.
  • Bir saatten uzun süre oturmaktan kaçınılmalıdır.
  • Sabit pozisyonlarda ya da ayakta çalışılıyorsa hareket etmeye özen gösterilmelidir.
  • Dinlenirken ayaklar yüksekte tutulmalıdır.

Kimler varis riski altında?

Prof. Dr. Erdal Aslım
Prof. Dr. Erdal Aslım
Ailesinde varis hikayesi olanlar, aşırı kilolular, sabit pozisyonda çalışanlar, östrojen hormonu içeren ilaçlar kullananlar, zorlu veya sık hamilelik dönemi geçirenler, günlük hayatında 5 santimden yüksek topuklu ayakkabı giyenler, risk grubundaki mesleklerde çalışanlar (Öğretmen, bankacı, hostes, satış personeli gibi) risk altındadırlar.

Tanısı nasıl konulur?

Tanısı fizik muayene ve doppler ultrasonografi adı verilen özel bir ultrasonografi yöntemiyle 20 dakikada konulur.

Tedavisi nasıl yapılır?

Bazı hastalarda sorun sadece kılcal damarlarda sınırlı kalırken, bazılarında damarlar kıvrımlaşıp kalınlaşabilir. Tedavinin şekli varisin evresine, hastanın şikayetlerine, yaşam kalitesine yaptığı etkiye göre belirlenir. Tedavi sadece cilt üzerindeki yüzeysel damara, daha derinden seyreden ana sistemlere veya her ikisine birden uygulanan kombine tedaviler şeklinde de olabilir.

Varis oluşumunu önlemek için yapılabilecekler

  • Yürüyüş, yüzme ve bisiklet gibi spor türler yapılabilir.
  • Bir saatten uzun süre oturmaktan kaçınılmalıdır.
  • Sabit pozisyonlarda ya da ayakta çalışılıyorsa hareket etmeye özen gösterilmelidir.
  • Dinlenirken ayaklar yüksekte tutulmalıdır.

Bebek sahibi olmanın önündeki gizli engel!

Üreme çağındaki her kadının yaşayabileceği rahim içi yapışıklıklar özellikle bebek sahibi olmak isteyenler için büyük önem taşıyor. Çünkü farklı bir sorun yoksa rahim içi yapışıklığa yönelik tedavi sonrasında doğal yolla hamilelik mümkün hale geliyor. 

Acıbadem Taksim Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Filip Taşhan, rahim içi yapışıklık sorunun belirtisi olan adet azalması ve kesilmesi durumunda mutlaka bir uzmana başvurulması gerektiğini belirtiyor.

Geçirilmiş vajinal enfeksiyonlar ya da cerrahilere bağlı olarak rahim içinde yapışıklıklar meydana geliyor. Bu durum adette (regl kanamalarında) azalma ya da hiç adet görememe olarak kendini gösteriyor. Sorunu önemli kılan nokta; doğal yolla hamileliğe engel olması. Zira yapışıklık durumunda, bebek rahme tutunamıyor. Bununla birlikte kadına ya da erkeğe bağlı üreme problemi yaşayan çiftlerin de önünde önemli bir engel teşkil ediyor. Uygulanan aşılama ya da tüp bebek gibi tedavilerin öncesinde rahim içinin yapışık olması durumunda da, transfer yapıldığında embriyonun tutunması ve hamileliğin gerçekleşmesi engelleniyor.

Her 4 kadından birini etkiliyor!

Kadınların yaklaşık 25-30'unu yani her 4 kadından birini etkilediği düşünülen rahim içi yapışıklıklar özellikle üreme çağında ve bebek sahibi olmak isteyen çiftler için ayrı bir önem taşıyor. Zira rahim içi yapışıklar infertilite ve tekrarlayan düşük sorununu yaşayan kadınlarda ana etkenlerden birini oluşturuyor. Problemin erken yaşlarda ortaya çıkması durumunda ise alta yatan farklı sorunlar varsa hamile kalamama riski katlanarak artıyor. Acıbadem Taksim Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Filip Taşhan, üstelik ilerleyen yıllarda da aynı sorunla karşılaşma riskinin sağlıklı kadınlara göre daha fazla olabildiğini hatırlatıyor. Bu nedenle, geçirilen ciddi genital enfeksiyonlar ya da cerrahi işlemlerden sonra adet kanamalarında azalma ya da adet görememe durumunda zaman kaybetmeden hekime başvurmak gerekiyor.

Rahime yapılan her türlü girişim neden olabiliyor

Yapışıklığa neden olan sorunların başında ise küretajlar yer alsa da miyomektomi veya sezaryen gibi rahim içine yapılacak her türlü girişim sonrasında oluşabiliyor. Bununla birlikte yoğun genital enfeksiyonların da rahim içi yapışıklıklarına neden olduğu biliniyor. Bu sorunun ağrı gibi daha belirgin bir işareti olmadığını söyleyen Dr. Filip Taşhan, en önemli belirtinin adet görememe ya da süre ve miktarın azalması olduğunu anlatıyor. Hamile kalamama aslında problemin sonucu olduğu gibi sorunun varlığına da işaret ediyor. Yapışıklık farklı yaş gruplarını etkileyebildiği için daha ileri yaştakiler menopoza girdikleri düşünürken, daha genç yaştaki kadınlar ise erken menopoza girdiklerini zannederek paniğe kapılabiliyor.

Histeroskopi ile tanı ve tedavi yapılabiliyor

Adet görememe ya da adetten kesilme şikayetiyle gelen kadınlarda tanı, ultrason yardımıyla konuyor. Rahim içi yapışıklıkların hem tanı hem de tedavisinde günümüzde kullanılan en değerli yöntemin histeroskopi olduğunun altını çizen Dr. Filip Taşhan, "Kapalı kamera sistemi ile rahim içinin gözlenmesi esasına dayanan bu yöntemle önce sorunun varlığı kesin olarak tespit ediliyor. Yine aynı seansta da yapışıklık açılabiliyor. Bu işlem standart jinekolojik muayenede olduğu gibi vajina ve rahim ağzından girerek histeroskop adı verilen özel bir optik cihaz yardımıyla yapılıyor. Rahim içinden alınan görüntü optik-kamera sistemi aracılığıyla ekrandan izlenerek ameliyat gerçekleştiriliyor" diye konuşuyor.

Histeroskopiden başarılı sonucu elde edebilmek için işlemin uzman kişilerce yapılması çok büyük önem taşıyor. Uygun koşullarda hastada rahim içi tamamen normale dönebiliyor ve eğer üremeye engel başka bir problem yoksa kadınların doğal şekilde hamile kalması sağlanabiliyor.

Yapışıklığın tekrar etmemesi için...

Rahim içi yapışıklıkların tedavi sonrasında da tekrarlama riski bulunuyor. hemen hamile kalmak istemeyen kadınlarda, yapışma riskini engellemek için rahim içerisine geçici bir süre için spiral ya da özel olarak yapılmış balonlar konulabiliyor, yapışıklık önleyici sıvı materyaller kullanılabiliyor. Aynı zamanda endometriumun gelişmesini sağlayabilmek için işlemden sonra düzenli olarak östrojen hormonu, adet düzenleyici ilaçlar kullanılabiliyor.

Hızlı yeme alışkanlığına karşı 9 öneri

Hızlı yemek yeme alışkanlığı, başta mide ve bağırsak hastalıkları olmak üzere, yaşam kalitesini önemli oranda etkileyen sağlık sorunlarına yol açabiliyor. 

Yemeği belirli bir hızda ve sindirerek tüketmek ise keyifle yenen sofradan kalkarken vücuda sağlık kazandırıyor. Memorial Dicle Hastanesi Gastroenteroloji Bölümü'nden Uz. Dr. Remzi Beştaş, hızlı yemek yeme alışkanlığına karşı sağlıklı beslenme önerilerinde bulundu.

Sindirim ağızda başlar

Sindirim, genel algının aksine mide de değil ağızda başlar. Ağızda çiğnenen besin maddeleri daha küçük parçalara bölünür, yüzeyi genişler ve ağız salgısı (tükürük) ile karışır. Tükürükte bulunan enzimler, sindirime yardımcı olur ve besin maddeleri mide sindirimi için daha hazır hale gelir. Hızlı yemek yeme sonucunda besin maddeleri mideye tam sindirilmemiş bir halde ve daha büyük lokmalar halinde ulaşır. Besinler sindirim için hazır olmadığından da mide daha fazla efor harcar, yorulur ve beraberinde de hazımsızlık, dolgunluk hissi, yanma, şişkinlik ve ağrı gibi şikayetler ortaya çıkar.

Hızlı yemek doyma duygusunu ortadan kaldırır.

Mide ve beyin senkronize çalışmaktadır. Bu nedenle yemek yerken alınan bir lokmanın mide tarafından karşılanması ve uyarının beyne gidip doyma merkezini uyarması ortalama 20 dakika sürer. Vakit kazanmak için hızla yenilen bir yemek, beynin doyma merkezini geç uyarır ve beyne doyma ile ilgili mesajı da geç ulaştırır. Bu davranış bir alışkanlık haline geldiğinde ise doyma merkezi uyarılmadığından daha fazla yemek yenmiş olur. Hızlı yemek yeme bir süre sonra kronik hale geldiğinde obezite ve metabolik sendrom gelişimine yatkınlığı artırır. Aşırı kilo da diyabet ve kalp-damar hastalıkları ve inme gibi önemli sorunlara davetiye çıkarır.

Yemek sonrası yürüyüş hazmı kolaylaştırır

Besinlerin yavaş yavaş ve sindirilerek yeme alışkanlığının toplum tarafından kazanılması çok önemlidir. Çünkü sağlıklı bir yaşamın başka bir anahtarı,ne tüketildiği kadar nasıl ve ne şekilde tüketildiğinde de gizlidir. Yemek sonrası aktivite de sağlık için gereklidir. Akşam vakitlerinde yapılan yürüyüşler midenin hazmını kolaylaştırır, böylelikle besinler daha hızlı bir şekilde çözülür.

Yavaş yemek yeme vücuda sağlık kazandırır!

Yavaş yenilen yemek sayesinde mide de yanma, ekşime, dolgunluk hissi oluşma riski en aza iner. Bu da yemeği daha keyifli hale getirir, besinlerden tat almayı sağlar.

Yavaş yeme ve besinlerin iyi çiğnenmesi ile sindirim ve besinlerin emilimi artar.

Besinlerin iyi çiğnenmesi, özellikle pişmemiş çeşitli meyve ve sebzelerin sindirimi için oldukça önemlidir.

Yavaş yemek yeme alışkanlığı kazanmak için öneriler…

Hızlı yemek yeme alışkanlığını bir anda değiştirmek mümkün değildir. Fakat yemek yeme süresini uzatmak için bazı önerilere uymak yararlı olabilir.

Yemek yerken;

1.Beslenme ortamınızın rahat olmasına dikkat edin
2.Ara öğünler ile açlığınızı dengeleyin.
3.Yemeklerinizin çok sıcak olmamasına dikkat edin.
4.Yemek yerken sohbet edin.
5.Her lokmada çatalı, bıçağı ya da kaşığı elinizden bırakıp diğer lokmada tekrar alın.
6.Loş ışıkta ve televizyon izlerken yemek yemeyin.
7.Çiğnemek için uzun süre harcamanızı gerektiren yüksek lifli besinleri seçin.
8.Stresli iken yemek yemeyin.
9.Yemek partnerinizi doğru seçin; yavaş yemek yiyenlerle sofraya oturun ve onlara ayak uydurun.

Eklem ağrılarınızın nedeni D vitamini eksikliği olabilir

Türkiye'de D vitamini eksikliği ciddi boyutta ve her 3 kişinin 2'sinde düşük değerle kendini gösteriyor. Güneş ışınlarının, yılın önemli bir bölümü etkili olduğu Antalya'da bile D vitamini eksikliğine sıkça rastlanabiliyor. 

D vitamini değerinin düşük olması; kemik, eklem ağrıları, kas zayıflığı, aşırı terleme, halsizlik, metabolizma yavaşlığı, depresyon ve çökkün ruh hali gibi şikayetlerle ortaya çıkabiliyor. Güneşlenmenin yanı sıra yeterli vitamin almanın en iyi yolu, sağlıklı ve dengeli beslenmeden geçiyor. Memorial Antalya Hastanesi İç Hastalıkları Bölümü'nden Uz. Dr. Tülay Kadıoğlu, D vitamini eksikliğinin neden olabileceği sağlık sorunları hakkında bilgi verdi.

Bağışıklığın güçlenmesinde etkin rol oynuyor

D vitamini kemik yapımını sağlamaktadır. Kemik yapımı tamamlansa bile, D vitamini kemiklerin güçlenmesini ve ileride ortaya çıkabilecek osteoporoz riskini önler. Ayrıca insülin direnci sorunun ortaya çıkmasının engellenmesinde de önemli katkısı vardır. D vitamini eksikliği başta kanser olmak üzere; diyabet, hipertansiyon, kalp hastalığı, sık enfeksiyon, romatizmal hastalıklar, kronik yorgunluk ve depresyon gibi birçok önemli sağlık soruna neden olmaktadır. Bağışıklığı kuvvetlendirici özelliği bulunan D vitamini eksikliğinde; meme, rahim, bağırsak kanserleri gibi kanserlerin sıklığında artış olur. Ayrıca her çocuğun yaşamının ilk yılında alması gereken, büyüme ve gelişim için gerekli en önemli vitaminlerden biridir.

Ofis yaşamı D vitamini değerini etkiliyor

Provitamin şeklinde alınan D vitamini, deri altında UVA ışınları ile aktifleşir. Kapalı ofislerde geçirilen uzun çalışma saatleri sonucunda güneşten mahrum kalınması D vitamin eksikliğinin en önemli nedenleri arasındadır. D vitamini kalsiyum ve potasyumun emilmesini, kemiklerde depo edilmesini sağlar. D vitamini fazlası ise kireçlenmeye neden olur. Bu nedenle değerin düzenli olarak kontrol edilmesi önemlidir.

Her gün 20 dakika güneşlenme yeterli

D vitamini almada en önemli kaynak güneş ışınıdır ve bu ışınların etkisiyle deride oluşur. Günlük D vitamini gereksinimi; kollar, bacaklar ve yüzün 20 dakika gün ışığıyla temas etmesiyle karşılanabilir. Gerekli güneş ışığı miktarı; kişini yaşı, deri rengi, güneşle etkileşim süresi ve varsa diğer tıbbi sorunlara göre değişir. D vitaminin deride yapımı yaşla giderek azalır. Deri rengi koyu olan kişilerde, yeterli D vitamininin deride oluşması için, özellikle kış aylarında uzun süreli gün ışığına gereksinim vardır.

Diğer vitaminlerden farklı

D vitamini, diğer vitaminlere oranla daha az sayıda besinde doğal olarak bulunmaktadır. Bu da yalnızca %20'sinin besinler aracılığıyla alınabileceğini göstermektedir ki vücudun ihtiyaç duyduğu miktar için yeterli değildir. Gıda yoluyla alınsa bile, D vitamininin yararlı olabilmesi için vücut tarafından değişime uğratılması gerekir. D vitamini eksikliği belirlenen kişilerde düzenli ilaç kullanımı ve vitamin takviyeleri, ruh ve beden sağlığı açısından önemlidir.

D vitamini bu besinlerde bulunuyor;

1. Balık yağı
2. Somon ton balığı
3. İstiridye
4. Yumurta sarısı
5. Peynir
6. Tereyağı
7. Karaciğer

Yolda yürümeyi engelliyor

Yürürken bacakta aniden başlayan ağrı nedeniyle hareket etmeyi adeta engelliyor. Ağrı dinlendiğinde geçiyor. Hastalık ilerlerse birkaç adım bile atılmasına imkan vermeyecek şekilde şiddetlenebiliyor. 

Tedavide geç kalındığında kangrene dönüşebilen bu hastalığın adı; periferik arter, bir başka deyişle atardamar tıkanıklığı. İyi haber ise erken dönemde tedavinin, ağrısız ve daha uzun süre cerrahi işlemsiz bir hayat vaat etmesi.

Atardamar tıkanıklığı kol ve bacaklara kan taşıyan atardamarları tutan bir hastalık. Genelde damar kireçlenmesi, damar sertleşmesi sonucunda kol ve bacaklara giden atardamarların bir veya daha fazla bölgede daralması ve/veya tıkanması sonucu ortaya çıkıyor. Sinsi, yavaş ilerleyici özelliği olan bu hastalık tedavide gecikilirse ileri safhalarında bacak kaybı gibi çok ciddi sonuçlara yol açabiliyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Cem Arıtürk bu nedenle atardamar tıkanıklığında erken tanı ve tedavinin son derece önemli olduğuna dikkat çekerek, "Erken tanı ve bu sayede alınabilecek önlemler, pek çok hasta için gerekli olabilecek stent, balon gibi işlemler ve büyük ameliyatların daha geç dönemde yapılmasına imkan tanıyor. Bununla birlikte bacaklarda yürümekle belirginleşen ağrı gibi şikayetlerin ilerlemesini önleyebiliyor, hatta tümüyle geçmesini sağlayabiliyor. Özetle erken tanı hastalara ağrısız ve daha uzun süre cerrahi işlemsiz bir hayat vadediyor " diyor.

Erkeklerde daha sık görülüyor
Diyabet, sigara, hipertansiyon ve hiperkolesterolemi atardamar tıkanıklığının başta gelen risk faktörlerini oluşturuyor. Erkeklerde, östrojen kalkanı olmaması gibi hormonal faktörlerin de etkisi ve sigara tüketiminin daha fazla olması nedeniyle kadınlara oranla daha sık görülüyor.Kadınlardaki östrojen hormonu koruyucu bir faktör olarak görev yapıyor, ancak menopoz dönemiyle birlikte bu hormonun azalmasına paralel olarak sıklık artabiliyor. Bununla birlikte genetik faktörler, şişmanlık ve stres de hastalığın ortaya çıkmasında rol oynayan diğer etkenler arasında yer alıyor.

Yolda yürümeyi engelliyor
Periferik arter hastalığı bulunduğu atardamara göre bulgular veriyor. Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Cem Arıtürk atardamar tıkanıklığı en sık bacak damarlarında oluştuğu için belirtilerin de buna paralel olarak genellikle bacaklarda görüldüğüne işaret ederek şu bilgileri veriyor: "Yürürken bacaklardaki kasların kan ihtiyacı artıyor, ancak daralmış veya tam tıkanmış damarlar bu artan ihtiyacı karşılamakta yetersiz kalıyor. Bunun sonucunda kişi yürürken birdenbire başlayan ağrı nedeniyle adeta hareket edemez hale geliyor. Ağrı dinlenmekle geçiyor. Hastalık ilerledikçe yürüme mesafesi kısalıyor ve ağrı daha az mesafede belirmeye başlıyor. Hatta ağrı daha da ilerlediğinde birkaç adım atılmasına bile imkan vermeyecek şekilde şiddetlenebiliyor. İlerleyen safhalarda ayrıca hasta hiç yürümese bile 'dinlenme ağrısı' olarak bilinen ağrı gelişmeye başlıyor."

Geç kalınırsa uzuv kaybıyla sonuçlanabiliyor
Ayaklarda soğuma, ısınamama; bacak kıllarında dökülme atardamar tıkanıklığının diğer tipik belirtilerini oluşturuyor. Bacakta çok küçük travmalarda bile çok ciddi yaralar oluşması ve bu yaraların iyileşmemesi de hastalığın ileri dönemlerinde yaşanan önemli sorunlardan. Doç. Dr. Cem Arıtürk yaraların kimi zaman herhangi bir travma oluşmadan da başlayabileceğini vurgulayarak "Problem ilerlerse kangrene dönüşebiliyor ve tedavide geç kalınırsa uzuv kaybıyla sonuçlanabiliyor" diyor.

Risk faktörlerinden uzak durmak çok önemli!
Tedavide ilk basamağı, hastanın atardamar tıkanıklığı yaşamasına sebep olan faktörlerin ortadan kaldırılması oluşturuyor. Kalp Damar Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Cem Arıtürk alınması gereken önlemleri şöyle sıralıyor.

Kan şekeri ve yağ seviyelerinin normal sınırlarda tutulması, tansiyonun ideal değerlerde kalması ve sigara içilmemesi dikkat edilmesi gereken ilk kurallar.

Varsa fazla kiloların verilmesi ve düzenli egzersiz yapılması da bir o kadar önem taşıyor.
Tüm bu önlemlere rağmen şikayetleri azalmayan hastalarda kan sulandırıcı ve damar genişletici ilaçların kullanılması, altta yatan diyabet hastalığı ve hiperkolesterolemi varsa bunlara yönelik tedavilerin düzenlenmesi gerekebiliyor.

En son seçenek cerrahi tedavi
Daha ciddi şikayet yaratan, günlük hayatın devamına izin vermeyecek derecede ağrıya sebep olan ve bacaklarda iyileşmeyen yaraların açılmasıyla sonuçlanan atardamar tıkanıklıklarında ise ameliyatsız yöntemler ve cerrahi yöntemler gerekebiliyor. Ameliyatsız yöntemler arasında aterektomi (kireçlerin temizlenmesi), balon anjioplasti (ilaçlı ve/veya ilaçsız balonla damar genişletme) ve stent anjioplasti (stent takılması) hastalığın seviyesi ve durumuna göre kullanılabilecek yöntemler. Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Cem Arıtürk tüm bunlardan fayda alınamadığı veya diğer yöntemlerin uygun olmadığı durumlarda ise cerrahi yöntemler olan endarterektomi (damar içindeki kireçlerin açık yöntemle temizlenmesi) ve bypass ameliyatlarının devreye girdiğini belirtiyor.

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Cem Arıtürk en son seçenek olarak düşünülen cerrahi yöntemlerin de hastalığın tedavisinde önemli bir yer tuttuğunu vurgulayarak "Başarılı bir cerrahi tedavi bacak ağrısı ve yürüme mesafesinde azalma gibi sorunların hemen tamamını çözüyor. Ancak cerrahi başarıyı, yapılan ameliyat kadar, hastanın ameliyat sonrasındaki hayat tarzı da etkiliyor" diyor.

14 Mayıs 2019 Salı

Dönemsel sıkıntı normal değil

Bir çok kadın her ayın belli dönemlerinde yani kanamalı adet dönemlerinde ve hijenik amaçla ped kullandığı zamanlarda vajen girişinde ve vajinasında kaşıntı, yanma, şişme, kızarıklık, akıntı ve alerjik problemler yaşıyor. Bu sorunların devamlı bir hal alması, sosyal hayatlarını alt üst eden, moral bozukluğu ve depresyona sürükleyen, günlük kıyafet seçimini bile çok zor hale getiren sıkıntılara neden olabiliyor.

Her 10 kadından 8'i Kadınlara Özgü Alerjik İritasyon'u (KAİ) hiç duymamış olmasına rağmen milyonlarca kadın dönem dönem bu rahatsızlıktan şikayetçi oluyor ve üstelik uzun yıllar çaresiz olarak bu sıkıntıya katlanıyor. Jinekologlar vajinal kaşıntı, ağrı, yanma, kızarıklık ve/veya akıntı belirtileri ile kendilerine gelen ve özellikle daha önceki tedavilerden fayda görmemiş hastalarının büyük çoğunluğunun KAİ sorunu ile karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Jinekologların çoğu bu semptomların kadınların büyük kısmında özellikle regl dönemlerinde ortaya çıktığını söylüyor ve hijyenik ürün seçimlerinin bu rahatsızlığı başlatan veya ağırlaştıran bir faktör olabileceğini belirtiyorlar. Çünkü çoğu konvansiyonel hijyenik ped, günlük ped, ve tamponların kadınların bilmediği birçok sentetik madde ve kimyasal madde içermesinin sorunun ana kaynağı olabileceği üzerinde duruyorlar.

Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı Prof. Dr. Timur Gürgan tüm dünyada son dönemlerde artış gösteren bu durum ile ilgili Türk kadınlarını uyarıyor;

Kadınlara Özgü Alerjik İritasyon (KAİ) problemi çok az kadın tarafından bilindiği için, kadınlarımız bu durumun doğal olarak yaşanan ve katlanmaları gereken bir süreç olduğunu varsayıyorlar ve pek çoğu bir doktora başvurmayı düşünmüyor. Doktora başvurmalarına rağmen kesin tanı konulamaması veya sorunlarının verilen tedavilere rağmen devamlılık göstermesi de hayat kalitelerini bozuyor, sosyal ve cinsel yaşamlarını etkiliyor. Oysa kadınlarımız kısaca KAİ dediğimiz "Kadınlara Özgü Alerjik İritasyon" sebebi ile kalitesiz bir hayat yaşamak ve sıkıntı çekmek zorunda değil.

KAİ'nin farklı semptomları ve dereceleri olmakla beraber en sık görünen semptomlar olarak vulva olarak adlandırılan vajen girişindeki ve vajinal bölgede kaşıntı, ağrı, tahriş, şişme, kızarıklık, yanma ve akıntıyı sayabiliriz. Bu semptomları yaşayan kadınlar tedavi edilemez cinsel yolla bulaşan bir hastalığa yakalandığını düşünebiliyor. Kadınların %63'ü de bu rahatsızlığı mantar veya diğer mikrobik hastalıklar ile karıştırıyor ve bu yönde tedavi yöntemlerine yöneliyor. Hatta kanser korkusu yaşıyor. Bu durumda onların aşırı stres ve endişe yaşamalarına yol açabiliyor. Aslında sadece Alerjik İritasyon problemi yaşıyorlar.

Tüm bu fiziksel semptomlara ek olarak KAİ duygusal ve psikolojik sıkıntıları da beraberinde getirebiliyor. Alerjik iritasyon yaşayan kadınların üçte biri günlük hayatlarında kendilerini motivasyonu düşmüş ve depresif hissettiklerini, yarısından fazlası ise cinsel hayatlarının zarar gördüğünü ve bu yüzden eşleri ile sorun yaşadıklarını belirtiyor.

Alerjik reaksiyonların tedavisinde en ideal çözüm alerjen maddeden kaçınmaktır. Mesela hijyenik pedlerin bir çoğunun içlerini incelediğinizde içinde organik pamuk bulmayı beklerken polipropilen, poliakrilat, yüzey aktif madde, plastik, klorla ağartılmış kağıt hamuru ve sentetik esanslar bulunmaktadır. Bu maddeler deride ve mukoza denilen daha ince, hassas vajen çeperini kaplayan deri benzeri alanlarda kolayca alerjik reaksiyona yol açabilirler. Ayrıca klorla ağartılmış ped ve tamponlarda, klorla ağartma işlemi sırasında başta dioksin olmak üzere çeşitli maddeler ortaya çıkmakta ve bu maddeler endometriozis, kısırlık, bağışıklık sisteminde düşüş gibi problemlerin nedenlerinden biri olabilmektedir. Bu kadar fazla sentetik madde aynı zamanda vajinal bölgedeki birçok alerjik reaksiyonu da tetiklemektedir.

Kadınlara Özgü Alerjik İritasyon sorunu yaşayan tüm kadınlara ilk müdahale için klorla beyazlatılmamış organik ve doğal hijyenik ürünler kullanmalarını, pamuklu iç çamaşırı giymelerini ve sabundan ve yoğun parfümlü hijyenik kadın ürünlerinden kaçınmalarını tavsiye ediyorum.

İçeriğinde gerçekten organik, doğal pamuk barındıran hijyenik ürünler ve pamuklu iç çamaşırları kullanarak kadınlar, günlük yaşamlarını ve yaşam kalitelerini ciddi şekilde etkileyen bu problemin kolayca önüne geçebilir ve sorunsuz ve rahat bir hayata geçebilirler.